Kastamonu'nun İki İlçesi Tosya, Taşköprü
23 Ağustos 2007 tarihinde Ankara üzerinden bir Batı Karadeniz gezisi yapmaya karar vermiştik. Her zaman olduğu gibi Bülent Katkak gezinin fotoğrafçısı, ben demirbaşı ve bu sefer yeni bir kişi olarak da Kültür ve Turizm Bakanlığı Eğitim ve Araştırma Genel Müdürü, sevgili dostumuz Celil Güngör’den oluşmuştu ekibimiz. Celil Bey Taşköprülü olduğu için bir nevi ev sahibi sayılırdı, o bakımdan önce Ankara’ya uğrayıp onu aldık. Ankara Kastamonu arasındaki mesafe 224 km. Her zaman olduğu gibi mesafeyi en kısa, hatta rekor sayılabilecek bir sürede ölçen milletimiz, Ankara’dan Kastamonu’ya 2 saattir şeklinde bir hüküm vermiş. Biz artık bu kahraman milleti iyi tanıdığımızdan, ortalama 3 saati zaten göze almıştık, öyle de oldu tabiî ki.
Ankara’dan çıkışta, benzin istasyonlarında ekmek reklamlarını gördüğümde şaşırdım, çok büyük ekmekler reklam panolarında Trabzon ekmeği adıyla tanıtılıyor. Hatta bir tanesinde şaka değil, Öz-Trabzon yazıyordu. Ekmeğin ve peynirin çeşidi, bir medeniyetin yaşama zevkini gösterir. Ben nimetin aleyhinde konuşma ve yazma gafletinde bulunacak bir cahil nankör olmadığım için bu Trabzon ekmeğini şöyle bir kenara koyuyorum, zaten hep yol kenarında satılıyor.
Yolda Kavaklıdere’nin üzüm ve elma bağlarını geçtikten sonra ekinlerin biçilmiş olduğu sapsarı tarlalar ve Anadolu Bozkırları ile karşı karşıya kaldık. Çankırı yakınlarından Acısu da geçildikten sonra bir zamanlar kaya tuzu (şimdi artık safir tuzu) üretimiyle meşhur olan Çankırı’yı ve onun buğday pazarını, şöyle bir uzaktan gördükten sonra Kurudere üzerinden güzel bir Asmalı Konağın önünden kavaklıklar dibinden geçerek Çankırı’yı arkada bıraktık. Kastamonu’ya 108 km kalmıştı. Önce Korgun’u geçtik sonra İnköy’de, Devrez Çayı karşımıza çıktı. Tosya’ya 39 km vardı ve çeltik (pirinç) tarlaları başlamıştı, zaten mevkiinin ismi de “Çeltikbaşı”ydı. Çeltikten çıkarılan pirinci, Tosya yeni pirinç pazarında görmeye gittik, çünkü “Tosya’ya gidiyorum.”, deyince anlayanlar, bilenler pirinç ısmarlamışlardı, bir de cins belirtmişlerdi, “Yaşar Pirinci”. Biz de hava kararmadan, çarşı kapanmadan doğru pirinç pazarındaki dükkânlara gittik. Kapıda bir liste var, Akçeltik, Sarıkılçık, Yaşar, Maratelli, Kros ve Riba… Bunlar Tosya’da yetişen pirinç çeşitleri. Akçeltik ve Sarıkılçık da çok tutulmasına rağmen gerek İstanbul’dan bize sipariş verenlerin, gerekse dükkân sahiplerinin ille de Yaşar diye tutturması sonucunda bu cinsten aldık.
Şimdi biz İstanbul’da pirinçleri, baldo, bersani ve kokulu yasemin olmak üzere kabaca tasnif ederiz. İyi pilavı da baldodan olur biliriz, Türkiye’de de iyi baldo Gönen’de yetiştirilir. Tosyalılar ise “Yaşar’ı denemeyen, pilavı bilmez.” dediler.
Israrla bu cins pirincin yapılışının çok önemli olduğunu belirttiler ve uzun uzun tarif ettiler. Bir saat önce ılık bol tuz su ile ıslatılacak, daha sonra 3-4 defa bol soğuk su ile yıkanacak. Yıkarken elle ovulmayacak, birebir ölçüsünde su konacak, pirinç tencerede kaynamakta olan suda yüksek ateşte pişirilecek, pilav tamamen suyunu çekmeye, göz göz olmaya başlayınca, ateş iyice kısılıp, suyun tamamı çektirilecek. Piştikten sonra tereyağı kızdırılıp üzerine dökülecek ve yenmeye hazır hale gelecek. Buyurun size pirinç pilavı, Çin’den, Hindistan’dan, İran’dan Anadolu’ya yani bütün doğuya özgü pirinç ve pilav kültürü… Bunun yanında İtalyanların, Toskana Vadisi pirincinden yapılmış Risotto’ya kadar uzanan bir batı yemek kültürü…
Bu gezi, biraz pirinç gezisine dönüşecek, çünkü sadece Tosya değil, yine Devrez Çayı’nın verimli ovalarında yetiştirilen Kargı pirinci, Kızılırmak kıyılarının Osmancık pirinci, Gökırmağın Boyabat pirinci, Samsun’un Terme pirinci bölgeyi önemli bir çeltik bölgesi haline getiriyor. Kastamonu, Çorum, Sinop, Samsun şehirlerinden oluşan bu çeltik coğrafyasını Türkiye’de üretimde geçebilecek Meriç ve Ergene’nin yani Edirne’nin çeltikleri var, bir de baldosu ile meşhur Balıkesir Gönen. Arada ufak tefek Bolu’nun, Kıbrıscık gibi yerler de var.
Osmanlı coğrafyasının pirinç yolunda Meriç kıyısındaki Filibe’den, Dicle kıyılarından Fırat’a uzanan, Habur Çayı kıyılarından taaa Mısır İskenderiye’sinin Dimyat’ına kadar gidilebilir. Ama oralara pirince giderken eldeki bulgurdan olmak da var!
Tosya’nın pirincinden sonra başka meşhur ürünleri de mevcut. Bir kere bizi çok çeken ve yine anlayanların özel sipariş verdiği Tosya bıçakları, mahalli adıyla bıçkıları var. Bu çift ağızlı bıçağın, bir tarafında normal çakı, diğer tarafında da çakı testeresi bulunuyor. Bağda, bahçede kullanmaya çok elverişli. Sapı manda boynuzundan yapılıyor, çeliği İsveç’ten geliyor, ustalar yerli, babadan kalma bir meslek. Tosya Bıçakçılar Çarşısı’nda 10 civarında bıçak ustası kalmış. Mustafa Nail Çadırcı usta ve merhum Hüseyin Kandemir ustanın oğlu Mustafa Kandemir ile konuşuyoruz; bıçkının 5 cm’den 15 cm’e kadar üç boyutunun yapıldığını, ama artık manda boynuzunun zor bulunduğunu anlatıyorlar.
Tosya’da ayrıca çakı da imal ediliyor, çakıların sapı keçiboynuzundan yapılıyor. Çakı deyince son yıllarda Sinop’un, Denizli Yatağan’ın üretimde ismini duyurmaya başladığını, çeşitli festivallere katıldıklarını hatırlatalım. Yine Bursa’nın, Sürmene’nin bıçaklarının meşhur olduğunu da dile getirelim. Bizim için hatırası en büyük çakılar, Prizren çakılarıdır ki, meşhur Sadık Usta’nın yaptığı çakılardan dağıta dağıta elimizde bir iki tane ya kaldı ya kalmadı! Osmanlı coğrafyasına girmişken, Girit bıçaklarını, Çerkez kamalarını, Kırım hançerlerini de unutmayalım. Ama İspanya’nın Toledo’suna, Almanay’nın Solingen’ine hiç uzanmayalım. (Bıçakçılık, Çeltik… vb.)
Efendim, Tosya’nın bıçağı, pirinci dışında bir özelliği daha var, kese ve kuşak imalatı ile meşhur. Tiftikten yapılan bu kese ve kuşaklar son derece sağlıklı, ipliği Çankırı Yapraklı’dan geliyor, Tosya’da dokunuyor. Bu işi devam ettiren iki üç kişi ancak kalmış. Sadece meraklısına hitap ediyor.
Tosya’da Kargı Mahallesinde Abdurrahman Paşa Camii’ne çıkıp, şöyle bir şehri yukarıdan seyrediyoruz. Eski Osmanlı evlerinden tek tük örnekler görünüyor, ama şehir tarihi dokusunu ve siluetini maalesef kaybetmiş.
Elma, armut bahçelerinden kirazlıklardan geçerek Kastamonu’ya doğru yola çıkıyoruz ve şehre girer girmez. Eflanili Konağı’na konuyoruz. Konak bahçesinde çeşmenin başına sofrayı kurduruyoruz: Ecevit çorba, ekşili pilav, yaprak sarma, banduma, etli ekmek, üryanili hoşaf, ev yapımı baklava ve helva geliyor. Aşağı yukarı hepsi bildiğimiz yemekler, bir tek banduma var, pilav ve hindi eti ile yapılan bir yemek. Yemekler hoş da bu sefer hiç yapmadığımız bir şey yaptık, önceden yer ayırtmadık. Özel sektörün ve devletin Turizm Bakanlığının bu kadar büyük adamları herhalde açıkta kalacak değildi, nasıl olsa yer bulunurdu.
Ama o akşam Kastamonu’da şapka festivali(bayramı) olduğunu, memleketin bilumum güzide sanatçılarının oraya dolduğunu nereden bilebilirdik. Önce Kastamonu’ya has bir konak olsun, butik otel olsun diye başladık, sonra normal otele razı olduk, en sonunda da bir amale oteline kaldık. Sabahleyin Bülent Bey’e “Ben 30 yıldır böyle bir otelde kalmamıştım” dediğimde bizim “ekâbir-i kiramdan” Bülent Katkak “Ben hayatım boyunca böyle bir otelde kalmadım.” diye cevap verdi. Sabah otelci arkamızdan “Ağabeyler, kahvaltı servisimiz de var!” diye bağırırken, biz çoktan Eflanili Konağı’nın bahçesinde suyun başında yerimizi almış, sahanda tereyağlı yumurtamızı bile yaptırmıştık.
Kastamonu’yu başka bir yazı konusu olarak bir tarafa koyuyoruz, öyle arada kaynatmayalım. Kastamonu’dan Eşen köyüne doğru yollanıyoruz, hedefimiz “Anıt ceviz ağacını görmek” malum biz bir yerde kale, taş köprü, anıt ağaç göremezsek rahat edemeyiz. Eşen köyüne giderken yolda bir ihtiyar hacıyı otostopçu olarak yanımıza alıyoruz. Hacı bize “Eşen köyünde büyük düğün var, siz de mi düğüne gidiyorsunuz?” diyor “Yok amca, biz ceviz ağacı görmeye gidiyoruz” deyince, bize garip garip bakıyor sonra da başka bir şey sormuyor.
Köye girdiğimizde ceviz ağacının bulunduğu mahalleyi hemen buluyoruz, çünkü görülmeyecek gibi bir ağaç değil, daha doğrusu görmeye değer bir ağaç. Sekiz büyük kolu var, bir dönüme yakın yer kaplamış, kökleri yerin üzerinde gidiyor, dibinde bir kuyu var. Sadece tek bir dalı bir köy evinin üzerini kaplıyor, valilik önüne 2 musluklu bir çeşme yaptırmış ama ağacın ölçüleri yok, bizde de metrik ip yok, ya kolumuzu açacağız ya da adımlayacağız, ama ağacın bir tarafı uçurum, ölçmek mümkün değil. Elma bahçeleri etrafındaki hala üzerinde ceviz bulunan bu ihtiyar ağacı arkada bırakıp Taşköprü’ye doğru yollanıyoruz.
Taşköprü’ye 15 km kala, sarımsak tezgâhları başladı; şekerpancarı, mısır, kenevir (kendir) ön planda ama arkada müthiş bir sarımsak üretimi var. Önce Taşköprü’ye adını veren altı gözlü Taşköprü’yü ziyaret ediyoruz. Şehir tertemiz, parklar, çiçekler, her taraf çok bakımlı ama gel gör ki tarihi Taşköprü’nün yanında demirden bir yay köprüsü yapmışlar, bütün görüntüyü, göz zevkini mahvediyor.
Taşköprü’nün cuma günleri sabah kurulan bir köy pazarı var, ayrıca salı günleri de sarımsak pazarı kuruluyor. Pazarda bol miktarda kuru bamya var ama onu Amasya’ya bırakıp, esas benim merakımı çeken rezene otlarından bahsetmek istiyorum.
Çiçeğe gelmiş, kazığa kakmış, kurumak üzere olan rezeneleri demet demet pazarda satıyorlar, mahalli adı “dorakı”, ince kıyıp tarhana yapımında kullanıyorlarmış, Doğal kokusunun hoş bir tat verdiği kesin ama denemek nasip olmadı.
Tarhanadan bahsedip çarşı pazar dolaşınca iştahımız açıldı. Taşköprü Belediye Başkanı Mustafa Günay’ın davetlisi olarak meşhur kuyu kebaplarını yemeğe gidiyoruz. Kuyu kebabı sadece kuzudan yapılıyor, bahar aylarında başlayan mevsimi sonbahara kadar sürüyor. Kışın kuzu olmayınca kuyu kebabı da yok.
Tam yemek bitti, kuzu gitti derken, mahalli Taşköprü yemeklerinden oluşan bir koca tepsi geliyor, alın işte keşkek de karşınızda! Aslında keşkek, düğün yemeğidir, sıcak ve etli olursa güzel olur. Hayatımda ilk keşkeği Makedonya dağlarında, Debre’de bir Yörük düğününde yemiştim, bir köy pınarının dibindeki o keşkeği unutmadığımdan ve hayatımda ilk göz ağrılarıma hep sadık kaldığımdan Taşköprü keşkeği hakkında çok fazla yorum yapmak istemiyorum. Keşkek’ten başka çeşit çeşit kesme makarna, erişte geldi. Yoğurtlusu, cevizlisi, biberlisi, sarımsaklısı… Sonra su böreği ve köy baklavası da alası. Bu kadar yemekten sonra biraz dolaşmak lazım, yani çalak (bend) başından başlayıp çay (Gökırmak) kıyısının parkları içerisinden geçiyoruz ve Tekke Camii’nin gül bahçesinin içerisindeki helvahanesini görüyoruz. Belediye hazırlamış, özel günlerde halk gelip, helvasını burada yapıyor ve bahçede dağıtıyormuş. Sonra Taş Camii’ni görüyoruz, (18. yy. Karamustafapaşa). Tek tük kalmış yine eski konaklar var, ama ne Tosya ne Taşköprü ne de Kastamonu hala bir Safranbolu değil.
İstanbul’un güzel sesli meşhur hafızlarından dostumuz Yunus Balcıoğlu’nun Taşköprülü olduğunu hatırlıyoruz. Her sene sarımsak festivalinde bir tarafta, meydanda Sibel Can şarkı söylüyor, öbür tarafta da camide güzel sesli hafızlar Kuran, mevlid okuyor, aralarında bizim Yunus da var.
Taşköprü’nün etrafı sarımsak üretimi yapan köyle dolu, ova kesiminde bu işle uğraşan aşağı yukarı 200 köy var. Şubatta, martta başlayan sarımsak dikimi, çapa ve sulamalarla temmuz ortalarına kadar sürüyor, sonra kurutma ile eylül başında festivale kadar devam ediyor. Saat 16.00’da Taşköprü’den hareket ederek, aşağı yukarı yarım saat sonra Kastamonu’ya ulaşıyor ve oradan Ankara’ya doğru yola çıkıyoruz. Ankara’dan Kastamonu’ya gidişte 225 km denmişti, Kastamonu’dan Ankara’ya 243 km yazıyor! Bu da bizim bereketimiz herhalde. Arkamızda İsfendiyar, önümüzde Ilgaz Dağları… Keyifli bir yolculuk yapıyoruz. Ilgaz Dağları’nda 1875 metre rakımlı Derbent’de mola veriyoruz, önce şöyle birkaç adım yürüyecek, temiz hava alacak, belki bir su içecektik, fakat dağın temiz havası mıdır, yoksa suyundan mıdır, yoksa meşe odunu kokusu yayılan fırının dumanının cazibesinden midir bilmem, tekrar bir etli ekmek siparişi veriyoruz. Bu etli ekmeği Kastamonu’dan beri yiyoruz, bilmeyen için kabaca bir tarif edeyim: Gözleme yufkasının hamurunu biraz büyük açın, içine çiğden konmuş, iri çekilmiş, kıyma ilave edin, biraz çiğ börek tadında gözleme olarak kabul edebilirsiniz, ama gözlemeden peynirlisi olduğu halde bu sadece etli yapılıyor, yanında yayık ayranı, üzerine demli çay.
Karnımız doymuş, sırtımız pek, altımızda Mercedes. Ilgaz Dağları’ndan aşağıya kaptırıyoruz. Sevgili Bülent Katkak “Daha acıkmamıştık bu ne molası?” deyip durmuştu, Korgun’u biraz geçtikten sonra Tünek köyü yakınlarında kavun molası vereceğimizi ve onun o canım Mercedes’inin dönüşte kavunlar, domatesler çuvallarla pirinç, taze ceviz, tulum peyniri, buram buram sarımsak kokar bir halde İstanbul’a döneceğini nereden bilebilirdi. Gerçi olgun adamdır, pek sesini çıkarmaz, ama sadece “Hocam biz yine yurt içini bırakalım, yurt dışında gezmeye devam edelim.” dedi; “Neden? diye sorunca da “Memleketin yolları her tarafta duble yol olunca tekrar deneriz, otomobil kullanmak zor oluyor.” şeklinde cevap verdi.
Ama ben yine de bahar gelince, bülbül dinlemek için Safranbolu havuzlu konakta olacağımızı, hele Amasra’da o çeşm-i cihanda canım salatayla nar gibi kızarmış barbunya balığına hayır diyemeyeceğini adım gibi biliyorum. Yeter ki Allah sağlık versin, ağzımızın tadını bozmasın.
Yazar: Haluk Dursun
Fotoğraflar: Bülent Katkak