Turing’in kıdemli üyelerinden Prof. Dr. Mehmet Çubuk Hocamız ile yaptığımız sohbeti paylaşıyoruz.
Sayın Hocam kendinizden bahsedebilir misiniz?
2 Haziran 1935 yılında Bartın’da mütevazı bir ahşap evde gözlerimi dünyaya açmışım. Henüz yaşım dolmadan ailem, anneannemin yaşadığı, küçük ölçekte ticaret taptığı ve benim de üniversiteye girinceye kadar yaşadığım Zonguldak’a yerleşmiş. Babam Zonguldak E. K. İ Merkez Atölyelerinde çalışan emekçi, annem ise ev hanımıydı. Bir maden ve işçi kenti Zonguldak, yaşamımda başka kentlerde tecrübe edilmeyecek şeyleri görme, öğrenme fırsatı vermiştir. Doğayı ve koşullarını tanıdığım, emeğin ne olduğunu ve bunun bir karşılığı olduğunu öğrendiğim yer burası olmuştur. 1924 yılında maden ocakları devletleştirildikten sonra gelişmeye açılan ve çevredeki iller, ilçeler için çekim merkezi olan Zonguldak’ta ilk, orta ve lise eğitimimi tamamladım.
Nasıl bir çocukluk yaşadınız?
İlkokul yıllarında İkinci Dünya Savaşı’nın baskın koşullarında akşamları karartma uygulandığını anımsıyorum. Sığınaklara kaçma alarmı verilirdi. Kısıtlamalı, güç yıllardı. Çayın kuru üzüm taneleriyle tatlandırılarak içildiğini anımsıyorum. Fransızların madenleri işlettiği dönemden kalma, tek katlı, yüksek tavanlı evimizin orta odasında, içleri tarhana, kurutulmuş erişte, peksimet dolu bez torbalar asılı olurdu. Sığınaklara kaçışta ve sair sıkıntılı durumlarda yararlanmak için hazırlanmıştı. Çocukluğumun, harp yıllarının sıkıntısı hala aklımdadır. Rahmetli babam, gençlik yıllarında Bartın’da bir kundura ustasının yanında çalışmış, bize saya alıp ayakkabı yapar, eskiden ayakkabılarımızın ökçesini değiştirir ya da tabanına pençe yapardı.
Bu işleri yaparken de mırıldanarak başlayıp, giderek yükselen sesle “Alişimin kaşları kara” türküsünü söylerdi. Kim bilir belki eğik, kalın kaşları ve gür bıyıkları ile kendisini Aliş’in yerine koyardı. Babamı o kadar dikkatli izlerdim ki sanki istesem ayakkabı yapacakmışım gibi gelirdi bana.
Okul dışında zamanınızı nasıl geçirirdiniz?
Ortaokul ve lise yıllarımda kurşun kalem, tarama kalemi ve çini mürekkebiyle resim yapmak en büyük tutkumdu. Resimli roman çizerlerine özenerek, kendi yazdığım kahramanlık hikâyelerini resimlediğimi anımsıyorum. Musiki tutkumdan bahsetmek isterim. Lisede Türk musikisi koromuz ile konserler verirdik. Bu ilgim neticesinde Zonguldak Yüksek Tahsil Derneği Türk Musikisi Korosu’na da kaydolmuştum. Koromuzu Mimar- Mühendis Müfit Kuraner çalıştırıyordu. Ben koro üyesiydim, bazen solo da yapıyordum. Kanun çalmayı öğrenmek istedim, alamadığım için vazgeçtim. Gençliğinde ud çalan annem bu konuda beni hep teşvik etmiş, yıllarca mahfaza içinde duran udunu çalmamı çok istemişti, ama olmadı.
Koromuz, Müfit Bey’in evinde çalışırdı. Bir defasında bir konserimizi ince tele kaydedip Ankara Radyosuna gönderdiğimizi ve yayını dinlediğimizi anımsıyorum. Zonguldak’a gelen her sanatçı mutlaka Müfit Bey’in evine uğrardı. Zeki Müren de gelenler arasındaydı. Musikiye olan merakım akademi yıllarının başlarında da devam etti. Akademinin ilk iki yılında rahmetli olan sınıf arkadaşlarım Çetin İlkin ve Cinuçen Tanrıkorur ile ders aralarında eser geçerdik.
Gelelim okul hayatıma… İlkokul sıralarında başlayan resim ilgilimin, daha sonra ortaokul ve lise yıllarımda beceriye dönüşmesinde, resim öğretmenlerimin emeğini unutamam. Özellikle lisede, Allah rahmet eylesin, şair ve ressam Fatma Süzme Afyonlu öğretmenim güzel sanatlara ilgimi artırmış, Akademi’ye uzanan yolumu açmıştır. Onun yönlendirmesiyle, mimarlık eğitimi almak için İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimarlık Bölümü sınavına başvurdum. Çeşitli sebeplerle sınavı kazanamadım, ertesi yıl tekrar girdiğimde kazanmış ve nihayet akademili olmuştum.
Vazgeçmeyişinizin sebebi neydi?
İlkokul çağlarımda bir kitapta okuduğum bana “gayret rehberi” olan hikâyeyi unutamam. Okuma metnini süsleyen resimlerde içi süt dolu iki cam kavanozdan birisinin içinde, dibe batmış cansız bir kurbağa, diğerinde bir yağ topağının üzerinde kalmış canlı bir kurbağa vardı. Bana göre anlatım ibret dolu idi. Aynı anda iki süt kabının içine düşen kurbağalardan biri teslimiyetçi, mücadeleden uzak tavrı ile kendini bırakmış ve boğulmuş. Diğeri ise düştüğü andan itibaren kurtulma çabalarıyla, süt içinde oluşturduğu yağ topağının üzerinde yaşamayı başarmıştı. Hikâyeden çıkan tek kıssa: “ Başarmak için mücadelen vazgeçmemek” gerektiğiydi. Bu resimli anlatım küçük yaşta beni çok etkilemiş, yaşam felsefemin esasını oluşturmuştur. Kendi yaşam alanımı da tıpkı çalışkan ve inançlı kurbağa gibi çabalayarak kendim oluşturmaya çalışmışımdır. Hayatta kalmayı başarabilmenin tek yolunun inançla çalışmak ve yılmamak olduğu bilincine bu hikâye ile ulaşmışımdır. Karşıma çıkan ilk engelde vazgeçmedim ve sınava tekrar hazırlandım.
Nihayetinde 1956 yılında Karadeniz kıyısındaki bu maden kentinden taşralı öğrenci olarak Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimarlık Bölümüne geldim ve 1961 yılında mezun oldum. Gurbet nöbetini bitirip, doğrusu hemen Zonguldak’a dönemedim. Çünkü Akademide adeta kardeş olduğum sınıf arkadaşım Özcan Altaban ile birlikte geleceğe dönük Akademide asistan olmayı hayal ediyorduk. Bu düşüncelerle, açılacak sınavı bekliyor, Akademiden ayrılamıyorduk. Zamanımızın çoğu orada geçiyordu. Bu beklentideyken bir gün rahmetli bölüm başkanımız Prof. Utarit İzgi Hoca bizi, İstanbul Belediyesi Metropoliten Planlama Birimi Başkanı Turgut Cansever’e gönderdi. O dönem mimarlık okullarından mezun, başarılı mimarlar arıyormuş. Bizi kabul etti, “ anblok” denilen geçici bir kadroda, Saraçhanebaşı’nda günümüz belediye sarayında, Turgut Bey ile çalışmaya başladık. Bu güzel çalışma ortamı, tanıdığım uzman kişiler beni şehirciliğe daha çok heveslendirdi. Belediyede çalışırken bir taraftan da çiçeği burnunda mimarlar olarak heyecanla ve enerjimizle mesaimiz biter bitmez, Prof. Muammer Onat Hoca’nın Beyoğlu’ndaki bürosuna gidiyor, mimari proje yarışmalarına hazırlanıyorduk.
Sorbonne Üniversitesine gidişinizden bahsedebilir misiniz?
Sohbetimizin başında da bahsetmiştim. Akademide asistan olmak aklımdan çıkmıyordu. Beklenti içindeyken Utarit Hoca, Bakanlıktan elde ettiği, 1416 sayılı yasa gereği Akademiye öğretim elemanı yetiştirilme amaçlı yurt dışına eleman gönderme sınavına girmemizi istedi. Mehmet Ali Handan, Sedat Hakkı Eldem gibi kıymetli hocaların ardından çok uzun yıllar sonra açılan bu sınava girmek bana da nasip olmuş, sınavda da başarılı olmuştum.
Paris’te Sorbonne Üniversitesi Beşeri Bilimler Fakültesi Şehircilik Enstitüsünde okuyacaktım. Utarit Hoca gitmeden önce Sedat Hakkı Eldem Hoca’dan tavsiyeler almak için görüşme ayarlamıştı. Sedat Bey ile bir araya geldiğimizde dil bilip bilmediğimi sormuştu. “Lisede öğrendiğim kadar” demiştim. “O halde neden gidiyorsunuz?” demişti. Hoca’dan yeteri kadar destek alamadığım gibi sınavı kazanmanın mutluluğu da yarım kalmıştı. Görüşmeden sonra ece gitmeden önce Fındıklı Parkı’nda kıyıya çekilmiş sandallardan birisine yaslanıp, uzun uzun düşündüğümü anımsıyorum. O gece Avrupa’ya gitmekten vazgeçmeyi bile düşünmüştüm. Kıyıda, akşamın sihirli ışıklarıyla bir rüyaya dönüşen Üsküdar’ı seyrederken bu düşüncemden neden döndüğümü bilmiyorum. Belki de o inançlı kurbağa vazgeçmememi fısıldamıştı yine bana. Paris’e gitmeden önce 25 Kasım 1961’de, sınıf öğretmeni olan nişanlım Gülseren Hanım ile evlendik. 2 Şubat 1961’de Paris’e Orient Ekspress ile gitmiştim. Aynı yolla haziranda da eşim yanıma gelmişti. Kızımız Arzun Giran da 16 Ekim 1962’de Paris’te doğduğunda, gurbette bir aile olmuştuk. 1962 – 1966 yılları arasında oldukça güç koşullarda eğitim dönemimi tamamladım. Kuşkusuz bu başarıdaki en büyük payı eşim ve biricik kızıma aittir. Onların özverileri olmasaydı başaramazdım diyebilirim.
Yurt dışı deneyiminizden sonra neler yaptınız?
Tezimi 1966 Haziran döneminde başarı ile savundum. Temmuz ayında da döndük. Ekimde Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimarlık Bölümünde ilk Şehircilik Asistanı olarak atandım.
1974’te doçent, 1981’de profesör oldum. Önceleri Güzel Sanatlar Akademisi, sonrasında Mimar Sinan Üniversitesi çatısı altında şehircilik dersinden, kürsüleşme ve bölümleşmeye uzanan 36 yıl boyunca değişim ve dönüşümler içinde oldum. YÖK ile gelen üniversite reformunda Şehir ve Bölge Planlama Bölümü kuruluşunu hazırladım. Bir tür yaygın eğitim nitelikli tartışma platformları ve deneme atölyeleri, workshoplar düzenledim. Akademik ortamda oluşturduğum ekiple şehircilik eğitiminin genişletilmesine ve geniş kitlelere tanıtılması çalışmalarına öncülük ettim.
Bölümün şehircilik, kentsel tasarım, kentsel koruma, kırsal alan planlaması gibi konuların tartışıldığı, ulusal / uluslararası platformlarıyla bir buluşma yeri haline gelmesine çalıştım. Belli bir başarıya da ulaştım. Ama en önemli çalışmalar, Akademi’de ‘Şehircilik Hareketi’ başlatmam, 1975 yılında ‘Şehircilik Araştırma Enstitüsü’ kurulması, keza bu bünyede ‘Dünya Şehircilik Günü Türkiye Daimi Komitesi’ oluşumu ile Hizmet Platformunun kurulmasındaki katkılarımdır. Bugün de devam eden yarım asra yakın zamandır gelenekselleşmiş olarak devam eden Kasım Kolokyumlarını böyle başlatmıştım.
Bütün bu çalışmaların, çabaların karşılığını, 1993 yılında da şehirciliğin, kitlelere tanıtımında ve eğitimindeki gelişmelere ve Fransız kültürüne katkılarım nedeniyle Fransa Hükümeti tarafından ‘Palmes Academique’ Şövalye nişanı ile taltif edildiğimde aldım diyebilirim.
Akademik ortam dışında görevleriniz oldu mu?
1983 – 87 yılları arasında Kültür ve Tabiat Varlıkları Yüksek Kurulu Üyesi olarak görev yaptım. 1985 yılında üyesi olduğum İSOCARP (Dünya Şehirciler Birliği) bünyesinde 1999 – 2002 yılları arasında Ulusal Delegasyon Sorumlusu oldum.
Akademisyen olarak eğitim, araştırmalar dışında mesleki deneyimleriniz oldu mu?
Aslında kuramsal bilgilerin deneysel karşılığı olmalı diye düşünüyorum. Dolayısıyla, deneyimlerin sonuçların eğitime taşımak amacıyla araştırmalar dışında planlama, kentsel tasarım, mimarlık alanlarında bireysel ve ekip olarak, proje yarışmalarına girdim-girdik yıllarca. Ulusal ve uluslararası kazanılan hayli ödüllerden, uygulanan, uygulamayan projelerimiz oldu kuşkusuz.
Turing ile yollarınız nasıl kesişti?
Sorbonne’da bitirme tezimi “Boğaziçi Mekânın Düzenlemesinde Bazı İlkeler” konusunda, ünlü coğrafyacı Prof. Jacqueline Beaujeu - Garnier yürütücülüğünde hazırladım. Rahmetli Çelik Gülersoy, tezimde ulaştığım sonuçları merak etmiş, kendisiyle İstanbul’un çeşitli düzenleme sorunları ile ilgili devam eden buluşmalarımıza istinaden bir müddet sonra Turing’in üyesi oldum.
Ama Kuruma ilgimin bundan önceki yıllara dayandığını söylemeliyim. Şöyle ki: Kurumun kurucusu Reşit Saffet Atabinen’in Paris Sorbone Üniversitesinde yaptığı “Revisions Historiques” adlı tezi, Hacket Kitapevi tarafından yayımlanmış. Bir şekilde elime geçen kitabı incelediğimde çok etkilenmiştim ve de Kurumun kurucusu olduğunu da o zaman öğrenmiştim. Bu kitabı orijinal haliyle Turing kütüphanesine bağış olarak verdim.
Yeni kitap projenizden bahsedebilir misiniz?
Emeklilik dönemi, insana yaşadıklarının, yaptıklarının ve birikimlerinin muhasebesini yapmak için bol düşünme fırsatı veriyor. Ben de düşünüyorum, notlar alıyorum ve yazıyorum, bazılarını sosyal medyadaki hesabımdan paylaşıyorum. Bir de Yapı dergisinde “Penceremden” adlı köşeme yazı hazırlıyorum. Yılların birikimini ve deneyimlerini yazılı belgeler olarak kalması düşüncesiyle, emekliliğim döneminde beş kitap yayımladım. Allah kısmet ederse “Kavramsaldan Uygulamaya, Düşünsel Bir Yolculuğun İzinde Kentsel Tasarım Arayış Yazıları (1975 – 2021)” başlığı altında daha çok meslekten kişilere, öğrencilere ve merak eden insanlara dönük bir kaynak kitap üzerinde çalışıyorum. Ama “salavat nefese bağlı” derler ya, benim ki de o hesap, nefes almaya devam edebilirsem bitecek elbette. Bakalım, zaman ne gösterecek.
Son olarak ne söylemek istersiniz?
Yeni evrede şehircilik, sürdürülebilir ve eşitlikçi olmalı, ama illa da kent demokrasisi var olmalıdır. Bu ortam, kente ilişkin hak, hukuk, yaşanabilirlik ve uygulamalarda sosyal adalet, barınma, iş sahibi olma, güvenli koşullar sunabilmektedir. Bu düşünceler içinde, değerli okuyucuların da ülke olarak bu şehirciliğin neresinde olduğumuzu sorgulamalarını isterim. Bu güzel buluşma için teşekkür ederim.
Ülkemizde şehircilik konusu üzerine düşünmemize vesile olan kıymetli hocamıza ve güler yüzü ile bizi ağırlayan eşi Gülseren Hanımefendi’ye pandemi şartlarında bizi kırmayıp kabul ettikleri için teşekkürlerimizi sunar; kendilerine sağlıklı, hayırlı ömürler dileriz.
Tülay Taşdemir