19 Mayıs'ta Yeniden Yunanistan'a Çıkmak
Yine bir mayıs ayında bize Yunanistan yolları göründü. Garip bir tesadüf müdür, nasip midir bilinmez ama her sene 19 Mayıs’ta bizim Yunanistan’a gitme geleneğimiz oluştu. Güzel bir mevsimde, güzel bir vakitte bu defa Pazarkule’den daimî yol arkadaşım ve kadrosuz fotoğrafçım (!) sevgili Bülent Katkak’la Yunanistan’a giriş yaptık.
İLK MERHABA: DİMETOKA
O pek sevdiğimiz Dimetoka’ya dağıyla, kalesiyle, Yıldırım Bayezıd-Çelebi Mehmed Camii ile camiyi örtmek isteyen kilisesiyle şöyle bir baktık. Aslında Camii, bizi uzaktan çağırdı, eski şehirdeki bu çağrıya tam uyacakken aşağıda kurulan yeni Dimetoka’nın soğuk yüzünü görünce Meriç Ovalarında Osmanlı demiryolu peşinde Kızıldere’ye doğru yola koyulduk. Hedefimiz, Kızıldere Irmağı kıyısındaki dergâhında Rumeli erenlerinden Kızıldeli’yi ziyaret etmek. Hristiyan köyleri arasında güdük minaresiyle Arıpınar Köyü’nü (Agriani) geçince ortada çınar, köprü kıyısında Microderio’ya ulaştık. Oradan artık Rousa’ya doğru ilerledik. Microderio Türkçe adıyla Küçük Derbent, Rousa ise Ruşenler. Kızıldere Irmağı’nın demir köprüsünden geçtikten sonra aşağı yukarı yüz hanelik, Rodoplar’da 450 kişinin yaşadığı 400 metre irtifada bir Osmanlı-Türk köyüne ulaştık: Ruşenler.
SEYYİD ALİ SULTAN DERGÂHI
Ruşenler Köyü’nde dergâh başkanlığı yapan Ahmet Karahüseyin köyün girişindeki evinde bir kahve molasıyla bizi ağırladı. Dergâh ve türbe köyün biraz dışında. Kısa bir istirahat ve Ahmet Karahüseyin’den bölge yerleşim birimleri, insanlar, dergâhlar hatta Seçek Dağı’ndaki şenliklerden haber aldıktan sonra türbeye gittik. Türbedar Müslim Baba, sanki sessiz bir çiftliği andıran dergâhta ailesiyle oturuyor. Başka hiçbir “can” yok. Seyyid Ali Sultan Dergâhına Kırklar kapısından giriliyor. Seyyid Ali Sultan diğer adı ile Kızıldeli. Vefatı 1402 tabelası var kapıda. Türbe kitabesinde; “Mamur 804 tarihinde olmuştur. Yeni 1173’te eylendi. Tamir gelip burada mesken etti, bil ki ol gerçek veli noksan çok, şifa umar senden Derviş Ali. 804 Hicri (1401 Miladi)” ibaresi var.
Onun dışında geniş arsası, avluyu çeviren duvarıyla büyük bir çiftlik sanki. Tıpkı Rumeli’nin Sarı Saltuk’u, Akyazılı Sultan’ı, Otman Baba, Harabati Baba, Demir Babası gibi burası da önemli bir ziyaretgâh... Aşevi, paşalar konağı, türbe ve cem evi. Daha sonra özel günler için yapılan tesisleriyle şimdilik insanlara değil, kuşlara, tavuklara, horozlara kalmış.
Bu Rumeli Bektaşiliğinin önemli dergâhına daha önceden Harvard’dan Cemal Kafadar, Princeton’dan Heath W. Lowry gibi hocaların gelip gezdiğini bildiğimizden, bizim için pek büyük keşif olmasa da en azından biraz gecikmiş bir vakitte gezginliğimizin kazasını yerine getirdik ve ayrıldık.
Dağlar tepeler aşarak yavaş yavaş yamaçlardan inerek yaka köylerinden ovaya doğru Şapçı-Gümülcine taraflarında soydaş bölgelerinde dolaştık. Soydaşlarla dertleştik ve Kavala’ya ulaştık. Kavala’da artık bizim görmediğimiz yer zaten yok. Her bir köşesini defalarca gözden geçirmişiz, maksat limanda karnımızı doyurmak. Sardalya, hamsi, kalamar, salata, patlıcan ezme, kabaki ve helva… Bu sefer uzun yola gideceğiz diye hafif yedik! Gece yarısına doğru Ouranoupolis’e ulaştık.
DERGÂHTAN MANASTIRA: AYNAROZ’A
YENİDEN ÇIKMAK!
Gezimizin birinci ayağı, bir büyük Bektaşi dergâhını can gözüyle görüp, kısa bir dem “Hû” demek; ikincisi Aynaroz Dağı’ndaki eskiden tanıdığımız keşişlere Allah’ın bir selamını vermek idi. Peder Nikola Girit asıllı çat pat Türkçe konuşan, İstanbul’u ve özellikle Bizans eserlerini çok iyi bilen, ikona tamiri hususundaki ustalığıyla meşhur bir keşiş. İstanbul’da her görüşmemizde Aynaroz’a davet eder, “Bir de benim manastırı görün.” derdi. Bir garip keşişi kim kırmak ister. Biz de sabahın erken saatinde Manastırlara giden limanda bir sürat motoruyla bizi karşılamaya gelen Peder Nikola’yla beraber dalgaları aşarak Aynaroz’a bir kere daha ayak bastık. Ouranoupolis Kulesi önünden tekneye binip Daphni İskelesi’nden limana çıkıp giriş işlemleri yapmadık. Orada bir nevi vize kontrolü yapılıyor. Daha önce öyle girmiştik, bu sefer doğrudan Daphni’ye uğramadan eskort eşliğinde protokol muamelesi görerek manastırlar bölgesine giriyoruz.
Oraya girmek biraz daha zor, yolların aşılması biraz daha güç… Aşağı yukarı 2000 keşişin yaşadığı 20 manastırlı bir dağ Aynaroz. Dereler, taraçalar, zeytinlikler, servilikler, sakızlıklar, katırtırnakları ve mahmuz çiçekleri arasında küçük taş köprüler, mağaralar, manastırlar beldesi Aynaroz. Daha önce gittiğimiz dağdaki Simanopetros Manastırı ve deniz kıyısındaki Gregoriou Manastırı’ndan sonra bu sefer de Dionıssiou Manastırı’nda pederin misafiriyiz. Bize özel mihmandarlık yapacak ve manastırın kütüphanesinde bulunan eserleri gösterecek. Giritli Nikola, önce manastırın başrahibine bir selam verelim dedi ve Kıbrıs Magosalı Petros Efendi’ye uğradık. Şahane deniz manzaralı, arkasını dağa yaslamış, klimalı bir makam odası ve elinde son model cep telefonuyla başrahip, sanki bir uluslararası holdingin genel müdürü gibi. Yine son derece iyi karşılanıyoruz, ikram üstüne ikram… Önce hoş geldin rakısı. “O bize ters” deyince, su, kahve, lokum vs… Normalde Aynaroz’un karasuları 500 metre. İzinsiz, patrikhaneden Fener vizesiz 500 metreden yakın geçilemiyor. Kadınlar Aynaroz’a hiç sokulmuyor!
Geçenlerde Türkiye’den önemli bir misafirin geldiğini, eşinin bırakın karaya adım atmasını, limana bile çıkarılmadığını, teknede açıkta bekletildiğini anlatıyorlar. Akşamları 20.30’da manastırın kapıları kapanıyor. 20 adet manastırda gece yarısından itibaren dualar, dersler, zikirler başlıyor. Sabah 06.00’ya kadar bütün gece devam ediyor. Birden üçe kadar tek başına dua, üçten altıya kadar kilisede dua, altıdan yediye kadar toplu ayin yapılıyor. Bir de akşam saat 17.00’de ortak dua var. Günde iki öğün yemek; kuşluk ve akşam. Bazı günler hiç yok, oruç zamanı, daha önce de böyle bir dönemde gelmiştik. Bu sefer ise misafir bulduğunu değil, umduğunu yiyor. Bizim için balık tutmuşlar, kırmızı soğanla ikram ettiler. Soğan, her yemeğin baş tacı! Soğanı hastalıklardan korunmak için ilaç olarak yiyorlarmış. Yemekten sonra gezmeğe çıkıyoruz. Evvelden Aynaroz’da ziraî faaliyetler için ve manastırdan manastıra gitmek için 4 ayaklı katırlar kullanılıyormuş, şimdi katırları satarak 4 çeker jeep almışlar. Kütüphane sanki bir müze gibi ikonaları, el yazması kitapları, Osmanlı döneminden fermanları görüyoruz. Daha sonra yamaçlarda geziyoruz ve sahile inerek Aynaroz’a veda ediyoruz. Megiste Lavra Manastırı avlusundaki anıt servileri yine göremedik. Adada bize İstanbullu bir keşiş de refakat etti. İlk gençliğinde Ortaköy’de yaşamış sonra boğazdan ayrılmış manastıra kapılanmış. Türkçeyi kullanmaya kullanmaya biraz unutmuş. Dönüşte vapurda da yanımızda oturan gencin Türkçe konuştuğunu görünce şaşırdık. Meğer o da Moldova’dan gelen bir Gagavuz’muş. Doğu Bloku komünizmden kurtulunca dine dönüş başlamış.
KARA BAHTLI VERİA: KARAFERYA
Tekrar karaya ulaşınca Bülent Katkak’ın usta şoförlüğüyle Selanik’e vardık. O gece ordayız. Selanik’in artık bize yabancı gelmediği malûm. Sabah fazla oyalanmadan Galikos Irmağı’ndan Vardar’a atlayarak şeftali ovasına vasıl olup, zeytinli yamaçlardan, çınarlı meydanlardan geçerek Veria’ya geliverdik. Bizim Osmanlı’nın Karaferya’sına. İlerde eski şehirde önce dereyi arıyoruz, orada Sinan Bey Köprüsü olması lazım. Var ama pek harap. Dere yakınlarında bir garip cami. Düz çatılı, şerefesiz, kırık beyaz minareli, iskeleye alınmış minare, minarelikten çıkmış, tıpkı bir bacaya benzemiş. Önünde küçük bir servi ağacı var. Metropolit Kilisesi’ne çevrilen bu Hüdavendigâr Camii karşısında Evliya Çelebi’nin bahsettiği çınar ağacı yer alıyor. İçi kurumak üzere, büklüm büklüm olmuş tam bir Osmanlı çınarı. Bir zamanlar burası Karaferya’nın cami önü çınarlı meydanıydı herhalde. Etrafında da kahvehane olması lazım… Biz de küçük bir kafe bulup, kahve molası veriyoruz.
Daha sonra Medrese Camii (1728, yeni restore edilmiş) olarak anılan Eminzâde Hacı Ahmet Ağa Camii’ni kolaylıkla buluyoruz ki vilayet önünde okul ve hemen arkasında cami. Son cemaat yeri konferans salonu olmuş, kültür merkezi olarak kullanılıyor. Tekrar vilayet karşısında Çelebi Sinan Bey Camii’ne (1491) doğru ilerliyoruz. Konaklar, Alacahamam (Tuzcu Sinan Bey Hamamı, 1586) ve işte bahtsız Çelebi Sinan Bey Camii. Kirpi çatısının yanı başında tuğla motifli kesik minaresiyle bir garip gibi boynunu bükmüş bize bakıyor. Yabani bitkiler, kokar ağaçlar, aslanağızları çıkmış mescidi sarmış. Karaferya, Karabahtlı Veria olmuş. İçimiz kararıyor ve ayrılıyoruz. Meşhur revanisi bile bizi çekmiyor.
İKİ GÖLLÜ KESRİYE
Şimdi Selanik’ten 200 km kadar sonra Kesriye’ye ulaştık. Kastoria, o güzel gölün kıyısında, kirazlıklar ortasında Kesriye. Arnavut kaldırımlı, meydan çeşmeli, kiraz bahçeli, sarmaşık güllü avlularıyla Kesriye konakları, altı taş, üstü ahşap yüksek konaklar… Önce Osmanlı sivil mimarisi örneklerini doya doya geziyoruz, sonra yukarılara Osmanlı mimarisinden izler aramaya koyuluyoruz. Ama doğrudan camiye değil, önce medreseye rastlıyoruz. Bayağı ayakta sayılacak bir medrese, Kesriyeli Defterdar Ahmet Paşa Kütüphaneli Medresesi (1749).
Medresenin hemen yukarısında şerefesinden üstü kırık tuğla minareli, üstünün kubbesini tamamıyla ot bürümüş, yüksek apartmanlar arasında diz çöküp kalmış Sultan Süleyman Camii (1550). Kesriye’de bayağı yorulduk, Osmanlı eserlerini bulmak için koşturduk. Bulunca da önce sevindik sonra durumlarına üzüldük… Bunca yorgunluğa değdi ama doğrusu, Kesriye’nin vaziyetini de görmüş olduk. Artık göl kıyısına inip orada manzaralı lokantalardan birinde bir pizza yiyebiliriz.
YANYA’DAN PARGA’YA
Bu akşam her ne kadar Kesriye bize hoş gelse de hedefimiz Yanya. Kesriye Gölü Yanya Gölü yanında pek köylü kalır. Bir de üstüne üstlük Yanya’nın kalesi var ki, duvarında sûrunda kitabesi, arması, saat kulesi, çınarlı kahveleri, kale altında meydanlarıyla şirin Yanya. Ayakta kalmış minareleri, mübadil olmuş müminleri ile Yanya. Orası başlı başına bir araştırma ve yazı konusu… Yanya’ya kadar gelmişken Parga’ya uğramamak olur mu? Kanuni’nin Maktul İbrahim Paşa’sının Parga’sına. Bizim için hiçbir şey ifade etmeyen sıradan, şirin bir tatil kasabası olan Parga’ya. Bir açıdan bakınca Büyükada Dilburnu gibi ama denizi çok daha temiz ve plajlar açık. Biz ne denizler görmüşüz, ne plajlara girmişiz, dalmışız ama artık çıkmışız.
İLK GÖZ AĞRIMIZ NARDA
Şöyle bir Preveze’ye de uğramak niyetindeyiz. Begonvilli evleri, enginarlı bahçeleriyle Preveze. Yeni Bafra, yeni Sinop, yeni Samsun. Anadolu’dan izler karşılıyor gelenleri. İşte saat dokuz buçukta çıktığımızYanya’dan Parga - Preveze yoluyla 13.20’de Narda’ya girdik. Bu sefer ilk defaki gibi bağ, dağ, bayır, cami aramak yok. Elimizle koyduğumuz gibi bulduk Gazi Faik Paşa (Vefatı. 1499) Camii’ni. Hatta bizden sonra İmaret Camii adıyla tabela bile koymuşlar. Ama cami binasına bir el atan olmamış. Düzgün taş döşemelerinden sütun önlerine geçiyoruz. Kapıya bir haç çizmişler. İçeride solda bir Hz.İsa ikonası. Mihrap kapatılmış, minber ortada yok. Bana en çok keyif veren, haz duyuran namazlarımı herhalde şu garip, harap Camii’nde kıldım. Yüzlerce yıllık çitlembik ağacının, son yıllarını yaşayan anıt servinin, meşelerin gölgesinde taşların üzerinde, şerefesinden sonrası kırık minarenin dibinde. Önünde erguvan ağacı arkasında portakal bahçeleri, hem hüzün hem huzur...
Narda ile Yanya arası 73 kilometre. Ama Narda’ya girip de bizim çınarın dibinde Gazi Faik Bey Köprüsü’nün karşısında Aranchthos Nehri’nin karşısında insan bir oturmaz mı? Oturur ama öyle uzun oturur kalmaz. Haydi bakalım! Tırhala’ya gideceğiz Koca Sinan’ın eserini görmeye. Grevana sapağından sonra yol zorlaşıyor. Dağlar, dönemeçler ve kayalar. Kalambaka ve tabii Meteora…
SİNAN’IN TIRHALA’SI
Tırhala (Tirikala)’da yine hemen kaleye çıkıp tepeden bir göz bakışı atıyoruz, sonra da hemen Osmanşah Camii’nin durumuna bakmaya. Tırhala Kalesi’nde havuzlu bir çay bahçesi var. Saat kulesinin dibinde kalenin hemen altı Osmanlı Mahallesi, ileride cadde üzerinde eski hapishane binası yanında Sinan’ın eseri, Osman Şah Camii ve arkasında türbesi. Sütunlu, revaklı, kubbeli, kitabesiz bir cami. İçinde minber yok, herhangi bir hat eseri de yok. Sandalye koymuşlar, türbesinin önünde de bir havuz, yan tarafında bir kafe, karşısında kilise var, bir de güzel çınar. Artık fotoğraf çekmek, ışık azaldığından pek müşkül derken “Ne müşkülmüş seni sevmek, sana yâr olmak…” aklımıza düştü, şimdi musiki faslıdır. İlle de hüzzama geçilecek ve dahi mutlaka “Yine bir sızı var içimde, akşam oldu diye” Ama burada fazla ıstıraba da dalmaya gerek yok. Esas acı, esas dram Serez ve Drama’da...
SEREZ’İN ÇARŞISI
Kavala’dan çıkıp, doğrudan Selanik’e gitmek yerine Serez (eski adı Siroz) ve Drama civarlarına mübadelenin o bahtsız garip topraklarına hiç çıktınız mı? Aşağı yukarı birer saatlik sürede 70 kilometrelik mesafede bizim için ne dramlar yatıyor. Serez’i daha önce çok gezmiş, çok görmüştük. Eman Tur’la çok sık gidince yerel yetkililer herhalde biraz utanıp, itina göstermişler. Gedik Mehmet Bey Camii’nin (1492-1493) sağını solunu temizlemişler. Mesiregâh Çeşmesi’nin önü ottan dikenden ayıklanmış; ama yanında yine sonradan yapılmış evler, yıkılmış duvarlar, bakımsız küçük çeşmeler kötü. Göz alıcı büyük çeşme mermer söveleri, kesme taştan duvarlar, hâlâ okunabilen Kuran-ı Kerim’den su ile ilgili ayetlerin bulunduğu bölüm güzel.
Caminin mihrap tarafına çocuk parkı ilave edilmiş. Önündeki caddenin adına da Ayasofya adı verilmiş. Hemen yakınında bulunan diğer camiyi görmek için, önce bir kaleye çıkıp, seyir kulesinden aşağıya bakmak gerekiyor. II. Bayezıd’ın kızı Selçuk Sultan’ın yaptırdığı Zincirli Camii (1492) bir süpermarketin arkasında, Vourlon Caddesi üzerinde, minaresi sıfırdan kırık ve etrafını demir bir çit ile çevirmişler. Ayrıca Serez’de 16. yüzyıl dönemine ait Mustafa Bey Camii vardır. O da perişandır! Serez’in esas meydandaki eseri Bedesten’i. O ise ayrı bir hikâye; yağmurlu bir havada, Serez çarşısında Şeyh Bedrettin’in hikâyesi; ama onu Nazım Hikmet’in ağzından dinlemeli: Yağmur çiseliyor, Serez’in esnaf çarşısında… Bir bakırcı dükkânının karşısında, Bedrettin’im bir ağaca asılı… Bırakalım geçmişte olan geçmişte kalsın.
Bedrettin’in asıldığı ağaç Bedesten’in önündeki çınar mıdır diye içinden çıkılamayacak sorular sormayalım ve her zaman yaptığımız gibi kaleye doğruca çıkıp, On sekiz Gazi adlı Osmanlı mesiresi yanındaki tarihî çınar ağaçları etrafında, dere kıyılarında dolaşalım ve şu deyişi hatırlayalım: “Her şehrin bir beğenileni var, Zihne’nin bardak, Serez’in güzeli çoktur, evleri çardak.” Boşuna değilmiş, Türkiye’nin ilk güzellerinden Günseli Başar da Serezli değil miydi?
DRAMA’NIN DRAMI
Hadi bakalım Drama’nın içine bir dalalım, hâlâ pazar kurarlar mı bir bakalım…
Drama’nın içinde kurarlar pazar
Kızlara yakışır şal ile şalvar
Vurun kızlar vurun vuralım.
Bu geceki geceyi nerden bulalım?
Drama’da ekerler ayvayla hurma
Kızlara yakışır davulla zurna!
Drama aslında Serez’in gölgesinde kalmış, Kavala ile Selanik’in arkasında. Tütün üretiminin merkezi. Şehirde daha girişte bir su bolluğu, Aya Varvara’nın cümbüşü sizi karşılıyor. Çok daha yukarıda Aggiti’nin kaynaklarından çıkıp gelen başka sular da var. Alistrati Köyü’ndeki Struma Nehri de bölgenin önemli su kaynağıdır. Aya Varvara, bir büyük su parkı, eski adıyla Karpuz Kaldıran. Etrafta kafeler, restoranlar. Drama halkının nefes aldığı, eğlendiği tam bir panayır mekânı. Kıyılarında tütün depoları ve tüccarların yalıları var. Nuh Bey, Parmaksız Hasan, su değirmeni…
Çarşıda biraz dolaştığınız, alıcı gözle biraz bakıştığınız zaman Osmanlı eserleri hemen olmasa bile meraklısına ben buradayım diyor; ama ne halde! İlk meydanda Aya Nikola Kilisesi’nin aslında Bayezıd Camii olduğunu anlamak için biraz dikkat kesilmek gerekir. Hemen yanı başına uzanıp, biraz aşağılara indiğiniz zaman da civarda sadece geçenlerden değil, ortaya çıkarıp görmek, resimlemek isteyenlerden de saklanmış bir manzara ile karşı karşıya kalıyorsunuz. Önü dükkânlarla kapatılmış, set çekilmiş Osmanlı eserleri. Servili Arap Camii küçük şirin bir mescid ama önü sanki Mahmud Paşa Çarşısı.
Arkalarda, mahalle arasında kalmış diğerlerini yerli taksi şoförü anca bulabildi. Mehmed Halil Ağa Camii (restorasyon tarihi 1805-1806) duvar resimleri bir zamanlar pek göz alıcı imiş, şimdi acil müdahale gerekiyor. Bir dönem iş yeri olarak kullanılmış, yıpratılmış. Drama’nın cânım eserleri kâh bir çınar ağacının gölgesine sığınmışlar, kâh sokak arkalarında bırakılmışlar. Nerede o Evliya Çelebi’nin anlattığı, Osmanlı kaynaklarının yazdığı, Drama mübadillerinin, merhum Tahsin Banguoğlu’nun naklettiği Drama? Yesari Asım Bey’in, Dramalı Hasan Bey’in Drama’sı.
“Drama Köprüsü Bre Hasan,
dardır geçilmez...
Soğuktur suları Bre Hasan,
bir tas içilmez.”
Akşamın erdiği, suların karardığı vakitte bu sefer her yerde yaptığımız fasıl geleneğimizi icra edecek halimiz kalmadı. Serhanende Bülent Katkak, bu defa acı ama gerçek teşhisi koydu ve aynen şöyle dedi: “İşte Hocam; bu da Drama’nın dramı!..”
Yazar: A. Haluk Dursun
Fotoğraflar: Bülent Katkak