Türklerin tarih sahnesine çıkışlarından beri kullandıkları ve Divânü Lugâti-t Türk’te “batraq” olarak yazılan kelime, ucuna bir ipek parçası takılan mızrak olarak açıklanmaktadır. Aynı eserdeki bir şiirde bu kelime “bayrak” şeklinde kullanılmakta ve Oğuzların da aynı şekilde telâffuz edildiği belirtilmektedir. Daha eski devirlerde ise “yak” adı ile bilinen yaban öküzünün, bulunmadığı takdirde at kuyruğundan yapılmış ve son döneme kadar kullanılan sembollere “tuğ” denildiği de bilinmektedir. Sancak ise orduların temsil ettikleri devletin sembolü olarak kullandıkları, bayrağın adıdır. Pakalın sancak yerine bayrak isminin de kullanıldığını ancak sancağın daha çok dinî anlama haiz olduğunu belirtir. İslamiyet öncesi çeşitli Türk devletlerinde tuğ veya bayrak gibi hükümdarlık alameti olan hukuki sembollerin mevcut olduğunu çeşitli kaynaklardan öğrenmekteyiz. Türklerin daha atlı göçebe hayatı sürerken, kurdukları siyasi birliktelikler de, bu birliklere katılan çeşitli boyların özel sembollere “damga” ve bu birliklerin başında bulunan hükümdarların hâkimiyeti temsil eden muhtelif hukuki semboller arasında “tuğ”lar (bayrak) olduğu bilinmektedir. İslamiyet öncesi Arap kabilelerinde de bayrak kullanılmaktadır. Hz. Muhammed ve ilk halifeler döneminden başlayarak bu gelenek giderek kuvvetlenmiş her türlü renk ve çeşitte bayraklar kullanılmaya başlanmıştır. Hükümdara, veliahda, üst düzey yöneticilere, kumandanlara, askerî birliklere ve donanmaya ait farklı bayraklar olduğu gibi, peygamber soyundan gelen seyyidlerin, çeşitli esnaf teşekküllerinin, tasavvuf esasına dayanan tarikatlarında kendilerine ait bayrakları bulunmaktadır. İlk Osmanlı bayrağının, Osmanlı Gazi tarafından Karacahisar’ın Fethi (1288) üzerine Selçuklu Sultanının hükümdarlık alameti olarak gönderdiği beyaz sancak olduğu ve bu sancağın İlhanlıların kullandığı beyaz bayraktan esinlenerek hazırlandığı kabul edilmektedir. Daha sonraları kullanılan bayrakların ise kırmızı renkli olduğu, Alaşehir’de dokunan kızıl renkli kumaşlardan yapıldığı da bilinmektedir.
Çeşitli minyatür ve gravürlerde Osmanlı donanmasında çok sayıda farklı bayrak kullanıldığı görülmektedir. Örneğin; Barbaros Hayreddin Paşa’nın kadırgasında Zülfikar ve üç hilalli ve uçları çatal kesilmiş yeşil bayraklar kullanılmıştır. 1543 tarihinde Toulon Limanı’nda kışlayan donanmada, bazılarında hilaller bulunan sarı, kırmızı ve yeşil bayraklar görülmektedir. Taşlıcalı Yahya Bey’de Kanûnî Sultan Süleyman’ın ak, alaca, kızıl ve yeşil bayraklarından bahseder. 18 Haziran 1826 günü Yeniçeriliğin kaldırılmasından kısa süre sonra yayınlanan bir imparatorluk emri ile bundan böyle bayrak yerine sancak kelimesinin kullanılması tembih edilir. Ahmed Lûtfî Efendi’nin de belirttiği gibi bayrak kelimesi, yeniçerilere ait bir unvan olan “bayraktar” kelimesini hatırlatmaktadır. Bu nedenle yazımızda Sultan II. Mahmud (1808-1839) tarafından yapımına başlanan kuleleri bayrak kuleleri yerine sancak kuleleri ismiyle belirtmeyi tercih ettik.
Günümüzde de sancak kelimesi kullanılmaya devam edilmekte ve hâlen alaylarda bulunan sembolik bayraklar “alay sancağı” adı ile anılmaktadırlar. 1776 yılında Jean-Baptiste Hilair tarafından yapılan 62x82 cm ebadındaki bir suluboya resimde; Tophane İskelesi’nde biri yüksek ahşap kaide üzerine dikilmiş, çift kademeli iki ahşap direkte dalgalanan biri yeşil, diğeri siyah iki büyük bayrak görülmektedir. Benzer iki kademeli bir diğer bayrak direğine Pietro Luchini tarafından 1855 tarihinde çekilmiş bir Yenimahalle fotoğrafında rastlamaktayız. Hemen hemen aynı tarihlerde Dolmabahçe ve Beylerbeyi Saraylarında da her ne kadar üzerlerinde bayrak olmasa da çok sayıda yüksek bayrak direkleri olduğu görülmektedir.Benzer iki kademeli bir diğer bayrak direğine Pietro Luchini tarafından 1855 tarihinde çekilmiş bir Yenimahalle fotoğrafında rastlamaktayız. Hemen hemen aynı tarihlerde Dolmabahçe ve Beylerbeyi Saraylarında da her ne kadar üzerlerinde bayrak olmasa da çok sayıda yüksek bayrak direkleri olduğu görülmektedir.
Sultan III. Selim (1789-1807) döneminde kurulan Nizam-ı Cedid Ordusu’nda, ortasında sarı sırma ile işlenmiş kırmızı renkli bayrak kullanılmaya başlanır. Muhtemelen aynı dönemde özellikle Boğaziçi kıyılarında yazlıkları bulunan büyükelçilikler kendi arazilerine diktikleri yüksek direkler üzerinde kendi bayraklarını dalgalandırmaya başlarlar. 5 Mayıs 1841 günü Boğaziçi’nden geçerek Varna’ya doğru yola çıkan ünlü masal yazarı Hans Christian Andersen bu olayı: “Pek çok millete ait dalgalanan bayraklar arasında gözlerim vatanımınkini aradı ve buldu da! Kırmızı zemin üzerine çizilmiş beyaz haçı gördüm; Danimarka, Türk topraklarına Hristiyan haçını dikmişti; rüzgârda dalgalanan bayrak sanki memleketimden selam getiriyordu bana” sözleri ile anlatmaktadır.
Ahmed Lûtfî Efendi H. 1243/1827-1828 tarihinde vuku bulan olaylar arasında; “O tarihte Memalik’i Şahane’de henüz telgraf bulunmadığı için giderek artan hızlı haberleş[1]me ihtiyacını karşılamak için Dersaadet’ten Silistre’ye kadar birer saatlik ara ile kuleler inşasına karar verildiği, bu nedenle örnek olması için Ortaköy, Kuzguncuk, Rumeli Hisarı, Çakalburnu ve Yuşa Tepesi’nde birer kule yapılması için emir verildiğini” kaydeder. 5 Eylül 1836 tarihli mektubunda Moltke; “Padişah yapıya meraklıdır. Boğaz kenarında Çırağan’da, ne Avrupa ne de Asya üslûbunda olmamakla beraber bulunduğu şirin muhitte sahiden güzel bir tesir yapan yeni bir saray inşa ettirdi. Padişah benim sarayı görmemi emretmişti ve benden bu binanın neresine bir kule yaptırabileceğini öğrenmek istiyordu. Ben gayet ciddi olarak evvela bu işten anlamadığımı, saniyen de bence kule yaptırmamanın daha münasip görüldüğünü, çünkü bir kulenin, binanın öbür taraflarına uymayacağını söyledim” demekte. Boğaziçi’nin her iki yakasına yaptırılmasına karar verilen bu kuleler, gerçekten haberleşme ihtiyacını gidermek amacıyla mı, yoksa herhangi bir işgale karşı hazırlıklı olmak için tedbir almak amacıyla mı yapılmışlardır? Bu görüş bir ihtimal olarak kabul edilebilir, çünkü Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın isyanı üzerine yardım istenen Rusya’dan on gemilik bir filo, 20 Şubat 1833 tarihinde İstanbul’a gelerek Büyükdere önlerinde demirlemiş ve Rus askerleri Hünkâr İskelesi civarına kurulan çadırlara yerleşmişlerdir. Bu olaylar sonrası 8 Temmuz 1833 tarihinde Osmanlı Devleti ile Rusya arasında imzalanan sekiz sene süreli Hünkâr İskelesi Antlaşması bir anlamda imparatorluğu Rus himayesine sokmuştur. Bundan böyle Boğaziçi ve İstanbul her zaman için Rus istilasına açık hale gelmektedir. Boğaziçi’nin başlangıç noktasından itibaren yapılan bu kuleler ile herhangi bir istilaya karşı hazırlıklı olmak için tedbir alınmaktadır. Her ne kadar Ahmed Lûtfî Efendi bu kulelerin yapımına H. 1242/1827- 1828 yılında karar verildiğini yazarsa da, Moltke’nin 1836 tarihli mektubundan Ortaköy’deki kulenin yapımına daha başlanmadığını öğrenmekteyiz.
Ahmed Lûtfî Efendi’nin belirttiği noktalara karşı bu kulelerin Tophane, Ortaköy, Kireçburnu, Garipçe, Rumeli Feneri, Kuzguncuk, Çakalburnu, Yuşa Tepesi, Anadolu Kavağı ve Anadolu Feneri gibi karşılıklı olarak Boğaziçi’nin her noktasını kontrol altına alan ve birbirini gören, saray ve askerî tesisler içinde kalan noktalarda yapılması bu görüşümüzü desteklemektedir.
Bu dönemde yapılan ve günümüzde varlığını sürdüren tek sancak kulesi Tophane Kulesi’dir. Her ne kadar çeşitli yayınlarda bu kuleden saat kulesi olarak söz edilse de, erken tarihli gravür ve fotoğraflarda üzerinde saat olmadığı, hâlen saat bulunan yerde çift kanatlı, muhtemelen metal bir kepenk ve üzerinde 15 metreye yakın bir yükseklikte, ucunda mızrağa benzer bir âlem olan sancak direği görülmektedir. Üzerindeki kitabeye göre; H. 1264/1848-1849 tarihinde Sultan Abdülmecid döneminde yapıldığı bilinen bu kule, Sultan II. Mahmud döneminde inşa edilen ilk kulenin yerine yapılmıştır. Flandin’in 1844 tarihli gravüründe, muhtemelen üç katlı gövdesi kâgir, katları birbirinden ayıran saçakları ahşap olan bir kule görülmekte olup, kulenin üzerinde yüksek bir direğin tepesinde sancak dalgalanmaktadır. Üzerinde sancak dalgalanan benzer bir kule, Thomas Allom’un 1840 tarihli gravüründe de görülmektedir. 1854 tarihinde yayınlanan bir diğer gravürde de Sultan Abdülmecid döneminde yapılan kulenin üzerinde dalgalanan ay yıldızlı sancak yer almaktadır.
Moltke’nin, padişahın yapım isteğinden bahsettiği Ortaköy’deki kulenin bugüne kadar herhangi bir fotoğrafına rastlamadık, ancak dört adet görüntüsüne erişebildik. Bu görüntülerden birincisi Kaptan Paşa’nın 15 Mayıs 1851 tarihli tezkeresinde yaz mevsimi geldiği için görevli olarak sefere gidecek on dokuz adet geminin filo usulüne uygun olarak Beşiktaş önlerine çıkarılmasına dair izin isteğinin ekindeki çizimdir.
Bu çizimin en sağında, üç katlı, yukarı doğru incelen, silindirik gövdeli bir kule ve üzerinde dalgalanan ortasında büyük, dört köşesinde küçük birer şemse olan kırmızı renkli sancak görülmektedir. Aynı kulenin Flandin ve Brindesi tarafından çizilen gravürlerinde üç katlı olarak çizilmelerine karşın, en altta kare kaideli bir bölümün daha olduğu görülmektedir. Tophane Kulesi’ne nazaran çok daha farklı bir mimarisi olan bu kulenin pencereleri yoktur. Bu kulenin en çarpıcı görüntüsüne ise Mıgırdıç Melkon tarafından yapılan bir çekmecenin üzerinde rastlamaktayız. Ahmet Lûtfî Efendi’nin bahsettiği Kuzguncuk Kulesi’nden bir görüntü bulamadık, ancak 1845 tarihli Mühendishane-i Hümayun Haritası’nda Nakkaşburnu civarında bir kule olduğu kayıtlıdır.
Kireçburnu Tabyası’nda bulunan kule ile ilgili iki çizim ve bir fotoğraf bulunmaktadır. Schranz’ın 1850 öncesi çizdiği büyük panorama da Kireçburnu Tabyası’nın kuzeye doğru köşesinde üç kademeli bir kule görülmektedir. Bu kule ile ilgili olarak Ernest Caranza tarafından çekilmiş 1854 tarihli bir fotoğraf bulunmaktadır. Bu karede alt bölümü görülmeyen üç katlı, Sultan Abdülmecid tarafından yaptırılan Tophane Kulesi’ne benzer, muhtemelen kâgir, bol pencereli, üstünde küçük bir düzlük ve yüksek bir sancak direği bulunan bir kule görülmektedir. Bu kuleye ait bir diğer görüntü ise Preziosi’nin bir suluboya çalışmasında karşımıza çıkmaktadır. Schranz’ın panoramasında karşımıza çıkan ikinci kule ise sahilde Anadolu Kavağı Kalesi önündeki üç katlı kuledir.
Ahmet Lûtfî Efendi’nin bize aktardığı kayıt arasında yer almamakla birlikte Bartlett ve Flandin’in çizimlerinde Garipçe, Anadolu ve Rumeli Feneri bölgelerinde de kuleler yapıldığı anlaşılmaktadır. Bartlett’in gravüründe Garipçe Kalesi’nin sağ ucunda görülen kule, silindirik gövdeli ve üç katlıdır; üzerinde yüksek bir sancak direği bulunmakta ve kırmızı bir sancak dalgalanmaktadır. 1845 tarihli Mühendishane-i Hümayun Haritası’nda, kalenin üzerindeki yamaçta Hasan Paşa Kulesi adı verilen bir kulenin bulunduğunu da görmekteyiz. Boğaz’ın Karadeniz girişinin sağlı sollu her iki yakasında; Rumeli Yakası’ndaki sahilde, Anadolu Yakası’ndaki ise yamacın orta bölümlerinde birinin üzerinde sancak dalgalanan ve yüksek sancak direkleri olan üç katlı iki kule daha bulunduğunu görülmektedir. İlginç bir kule ise Allom’un 1840 tarihli bir gravüründe karşımıza çıkmaktadır. Yedikule Hisarları’nın bir kulesi üzerine yapılmış olarak görülen silindirik gövdeli, üç katlı bu kulenin de yüksek bir sancak direği vardır.
Bu kulelerin yanı sıra İstanbul’un bazı yapılarında da, bugün bayrak asmak için kullanılmayan, ancak bir dönem üzerinde sancakların dalgalandığı benzer sancak direklerine rastlamaktayız. Kız Kulesi üzerinde varlığını sürdüren ve bazı gravürlerde üzerinde dalgalanan sancağımızı gördüğümüz direk bunlardan biridir. Ucunda benzer bir âlemin bulunduğu Bayezid Yangın Kulesi ve Flandin’in bir gravüründe gördüğümüz gibi Selimiye Kışlası’nın ön kısmındaki iki kulesi, Fossati’nin 1852 tarihinde basılan bir gravüründe Ayasofya’nın hemen arkasında bulunan ve 3-4 Aralık 1933 gecesi yanan Adliye Sarayı çatısındaki bir kulede, Brindesi’nin tarihsiz gravüründe Kasımpaşa Deniz Hastanesi önündeki kulede de benzer bayrak direkleri olduğunu hatırlatmak isteriz. Daha sonraları üzerine saat takıldığı için Sultan Abdülhamid tarafından, 1890 yılında yapımına başlanıp, 1894 yılında bitirilen Dolmabahçe Sarayı Saat Kulesi ve H. 1308/1892-1893 tarihli Yıldız Sarayı Saat Kulesi ile karıştırılan ve saat kulesi olarak yapıldığı düşünülen Tophane Sancak Kulesi’ni birbirlerinden ayrı değerlendirmek gerekir.
Günümüze kadar pek farkına varılmayan İstanbul’a, özellikle de Boğaziçi’ne özgü bu yapı tipinin daha detaylı olarak araştırılması, bizim ulaşamadığımız görsel ve yazılı kaynaklara ulaşılması gerekmektedir. 1990’lı yılların sonuna doğru Çanakkale ve Boğaziçi’ndeki gemi trafiğini denetlemek ve gerektiğinde uyarılarda bulunmak için 16 adet 40 metre yüksekliğinde radar kulesi yapımı gündeme geldiğinde, bir vesile ile bu işten haberim oldu.
Yaklaşık 20 milyon dolara yapılması planlanan bu inşaatlarda her kulenin farklı bir mimaride yapılmasını ve geleceğe bir belge olmasını önerdim. Dinleyen kim! Daha sonraki bir tarihte Paris gezim sırasında Defans bölgesine yeni yapılan “La Defense Grand Arche” ve çevresini gezerken birbirinden farklı ve hemen hepsi estetik özelliklerle bezenen havalandırma kulelerini gördüğümde doğrusu çok üzüldüm. İki yüz yıla yaklaşan bir süre önce İstanbul’un farklı noktalarında yapılan ve çoğu farklı mimari özelliklere sahip olan sancak kulelerini hatırladım.
“Acaba biz bu inceliklere tekrar ne zaman ulaşabileceğiz, teknik gerekliliğin yanı sıra mimari ve estetik özeliklerin de yer alması gerektiğini ne zaman fark edebileceğiz?” diye hayıflandım.
Yazar: Dr. M. Sinan Genim