İspanya denildiğinde coğrafyaya turistik gözle bakanlar için ilk akla gelen Flamenko ve boğa güreşi olsa da Endülüs, yarım kalmış bir düş biraz da bizim için...
Yahya Kemal'in "Zil, Şal ve Gül" şiiriyle bildik ilkin Endülüs'ü. Bu olağanüstü şiiri Münir Nurettin Selçuk'un muhteşem bestesiyle dinlerken hep o uzak masal diyarını hayal ettik.
"Zil, şal ve gül. Bu bahçede raksın bütün hızı... Şevk akşamında Endülüs üç defa kırmızı ...”
diyordu Yahya Kemal, İspanya elçiliği sırasında yazdığı şiirinde. Ziya Paşa gibi o da hem tarihine hem sanatına büyük ilgi ve hayranlık duymuştu Endülüs'ün. Kurtuba Camii, Granada ve Elhamra pek çok şair ve yazar gibi onların da ilham kaynağı olmuştu. Belki Elhamra'ya vuran akşam ışığının yansımasından oluşan kızıllığa ya da Endülüs'teki İslam varlığını yok etmek için yapılan katliamların izdüşümüne göndermeydi şairinki, bilinmez. Ama şehrin üzerine sinen hüzün, geçmişten gelen fısıltılar, kimi zaman tablolarda kimi zaman operalarda, edebi eserlerde yansıma buldu kendine. Sözgelimi Cervantes'in Don Kişot'u Sevilla Hapishanesi'nde yazdığı biliniyor. Ünlü ressamlar Murillo ve Velazquez de bu coğrafyayı resmetmiş.
Şair hangi duyguyla kaleme aldı meçhul ama bu eski İslam toprağını adım adım gezerken "Zil, Şal ve Gül'den önce" Endülüs'ü kırmızıya boyayan hazin tablolar birer birer canlanıyor adeta gözümüzün önünde. İspanya denildiğinde coğrafyaya turistik gözle bakanlar için ilk akla gelen Flamenko ve boğa güreşi olsa da Endülüs, yarım kalmış bir düş biraz da bizim için. Tarık bin Ziyad'ın gemileri yakarak Cebeli Tarık Boğazı'ndan geçip, kendine ve maiyetine yurt edindiği İber Yarımadası asırlar boyu sadece Endülüs Müslümanlarına vatan olmakla kalmadı aslında, tümden Avrupa ve dünya tarihini de etkiledi. Kitabi bilgilerden Endülüs Emevileri ile ilgili pek çok şey öğrenmek mümkün. Ancak o coğrafyayı adımlamak, sokaklarında kaybolmak, görkemli sarayların mermer serinliğine sinen zarafeti, Kurtuba Camii'nin boynu bükük halini görmek daha fazlasını hissettiriyor insana. Endülüs'e gitmek için nisan ayını seçmiş olmanın nasıl isabetli bir tercih olduğunu ise dört gün boyunca konaklayacağımız Sevilla'ya indiğim anda fark ediyorum. Baharın tüm renkleriyle donanmış bir şehir buluyorum karşımda, Sevilla'nın günü de gecesi de ayrı güzel.
Sevilla’nın merkezindeki Giralde Katedrali, 12. yüzyılda cami olarak inşa edilen bir yapı. Ancak depremde yıkılan camiden geriye portakal ağaçlarıyla dolu avlusu ve minaresi kalmış. Şehrin sembolüne dönüşen minare bir kuleye dönüştürülmüş ve tepesinde bir rüzgârgülü var. Avluyu çevreleyen kapılardan birinin ağırlığındaki şeytanî suret dikkatimi çekiyor. Rehberimiz o yüzün Müslümanları sembolize ettiğini söylüyor. İspanya’ya büyük ve kadim bir kültür ve medeniyeti miras bırakan sekiz yüz yıllık Endülüs Müslümanlarını şehrinden kazıyan İspanyollar, nefretlerini bu şekilde bir mabedin alındığına nakşetmekte de bir sakınca görmemişler.
Amerika'nın keşif seferlerinden üçünün başlangıç yeri olan Sevilla'da bu seferlerin anısını yaşatan bir heykel mevcut. Şehrin güney kısmında İspanya'nın bir zamanlar hükmettiği ülkeleri bir araya getirmek üzere 1929 yılında düzenlenen Latin Ülkeleri Fuarı için yapılmış binalar dikkat çekiyor. Her ülkenin kendi mimarisini yansıtan yapılar, ülkenin sömürgeci geçmişini de hatırlatıyor ziyaretçilere. Fuar alanının yanı başındaki Maria Luisa Parkı ve İspanyol Meydanı da Sevilla'nın en göz alıcı yerleri olarak hatırımda kalıyor. Alcazar Sarayı ise adeta Elhamra'da göreceğimiz güzelliklerin önsözü gibi... Müvahhidler döneminde Toledolu mimar Calubi tarafından yapımına başlanan sarayın pek çok bölümü Sevilla depreminde yıkılmış. Saray, Gaddar Pedro lakaplı I.Pedro EI-Cruel tarafından Müslüman usta ve işçilerine yeniden yaptırılmış.
Kurtuba; Sütunlar Ormanı
Endülüs'teki ikinci günümüzde Kurtuba Camii'ni görmek için çıkıyoruz yola. Yahya Kemal'in 'muazzam bir eserdir' dediği Kurtuba Camii ile ilgili cümleleri özetlemeye yeter mi bilmiyorum bu güzelliği: "Bir kapısından girince birdenbire hudutsuz vehmini veren bir sütun ormanı içinde kaldım. Bu sütunlar ikiz ve incedirler. Hemen hemen her mermerin her çeşidinden ve her nev'indendirler, başlıkları Endülüskarı kavisli ve her tarafta müsavi inşa edilmiş başlıklardır. Cami bugünkü haliyle çok caziptir. Fakat İspanyollar aldıktan sonra katedrale çevirmişler ve XVI. asır iptidasında bir mimari şuursuzluğu ederek ortasına Rönesanskarı bir kilise yapmışlar, caminin etrafını da çepçevre Hıristiyan mihraplarıyla doldurmuşlar. Bu tahribat yapılmasaymış bugün bile gözleri kamaştıran genişlik daha fevkalade olurmuş. Artık İslam zamanında caminin bütün kandilleri, zemininde bütün halıları, etrafında bütün şamdan, rahle ve kürsüleri varken nasıl bir harikaymış Allah bilir.
Kurtuba'nın önünde giriş için sıramızı beklerken bir kortejin geçişiyle hareketleniyor ortalık. Endülüs'ü İslamsızlaştırmak için kurulmuş lejyoner birliklerinin bugünkü temsilcileri Paskalya sebebiyle yürüyüş yapıyorlar. Müze olarak ziyaret edilebilen Kurtuba'nın orta yerine yapılan kilisenin halen ibadete açık oluşu, hayli düşündürücü ancak rehberimizin ziyaret öncesi kulağımıza fısıldadığı 'Sakın ola namaz kılmaya kalkmayın. Polisler anında müdahale eder' uyarısı kadar can acıtıcı değil. Kızıl tuğla renkli at nalı kemerler, granit, yeşim taşı ile mermerden yapılan 850 tane sütun, ışık ve gölge oyunlarıyla zamanın, mekânın ötesine bir kapı aralıyor. Kemer'i Kuran'dan ayetlerle süslenmiş olan mihrabı parmaklıklar ardından izliyoruz.
Yaşanmışlıklar nasıl da iz bırakıyor bir şehrin taşında, toprağında. Dokunduğum her nakış, başımı yasladığım her duvar, bir damla gözyaşı armağan ediyor bana bu sarayda. Baharın neş’esi, okyanusun serin esintisi kâfi değil, bu masalın hazin sonunu unutturmaya.
Yolun Sonu: Elhamra
Yolun sonu... Elhamra Sarayı. Endülüs'teki İslam medeniyetinin zirveye ulaştığı ve son bulduğu nokta... Narlar şehri yani Granada'nın kızıl güzeli; Elhamra... Erguvanlar solmadan açmış burada akasyalar. Mor salkımların kokuları başını döndürüyor insanın saraya adım atar atmaz.
"Cennet'ül Arifin yani bilgili irfan sahibi kişilerin cenneti" adı verilen bahçe karşılıyor ilkin saraya gelenleri. Güller, şakayıklar, görüp görebileceğimiz en güzel renkteki süsenler ruhumuzu okşuyor. "Bir şehir nasıl kurulur, kurak topraklar nasıl mamur edilir?" in dersini okuyoruz satır satır Elhamra'nın koridorlarında. Susuz bir beldeyi su yolları ve kanallarla yeşertirken manevi gelişmeyi de beraberinde sağlayan Endülüs Emevileri dönemin en önemli ilim merkezi olarak da anılır hale gelmiş. Öyle ki Rönesans'ın temellerinin Endülüs'te ki çeviri faaliyetleri ile atıldığı da uzun süre gizlenmek istenilse de zaman içinde kabul edilen bir hakikat. İlim kadar estetik ve sanatta da zirveyi zorlaya n bu medeniyetin sonunu getiren şeyin taht kavgası oluşu ise son derece ibretlik... Granada, Hıristiyan Kastilyalıların en son ele geçirdikleri Müslüman şehri. Son Melik Abdullah, 1492'de şehrin anahtarını hiç savaşmadan ve kan akıtmadan Fernando'ya teslim etmiş. Ama bu, kısa süre sonra yaşanacak katliamın önüne geçmeye yetmemiş.
1232'de temelleri atılan ve bugün UNESCO Dünya Miras listesinde yer alan Elhamra Sarayı, birbiriyle bağlantılı sayısız oda ve salonlar ile bu mekânların arasındaki avlular, ferahlatıcı yeşil alanlar, fıskiyeli havuzlar, çeşmeler ve bahçelerden oluşuyor. Gözümüzü çevirdiğimiz her yerde dantel gibi işlenmiş duvar süslemelerinin tam ortasında "Ve La Galibü illallah" ayetini görüyoruz. Bunca görkemin, ihtişamın içinde nefsine yenik düşmemenin bir yolu belki de "Allah'tan başka Galip yoktur" ayetine sığınmak. Yusuf Suresi'nin 28. ayetinden alınan bu ibareyi ilk kez Emir Ebu Abdullah bin Muhammed bin Ahmer sancağına nakşettirmiş. Ancak anlaşılan o ki zaman içinde bu duvarlara nakşedilen ayetin hakikati kalplerden silinmiş ve Müslüman emirler arasındaki taht kavgaları narlar şehrini kana bulayan sonu hazırlamış. Endülüs ve Granada 1492'deki o büyük kıyımın ardından sağ kalan Müslümanlar, parçalanıp, ortalığa saçılan nar taneleri gibi dört bir yana savrulmuşlar. Bu masal diyarından geriye duvarlarına, sütunlarına asırların yalnızlığı sinmiş mabedler, bahçelerinde hala âlimlerin fısıltıları uğuldayan saraylar kalmış... Yaşanmışlıklar nasıl da iz bırakıyor bir şehrin taşında, toprağında. Dokunduğum her nakış, başımı yasladığım her duvar bir damla gözyaşı armağan ediyor bana bu sarayda. Baharın neş'esi, okyanusun serin esintisi kâfi değil bu masalın hazin sonunu unutturmaya.
Yazı ve Fotoğraf: Gülcan Tezcan