Londra’da Olmak ya da Olmamak!

1777 yılında söylenen şu söz, Londra için ne kadar geçerlidir? Bir insan Londra’dan ne zaman bıkarsa, hayattan da bıkmış sayılır!

Londra demek İngiltere demek, İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda demek. Hatta Hindistan, Pa­kistan, Avustralya, Kenya ve Hong Kong demek... Bir zamanlar üzerinde güneş batmaya­cak kadar büyük bir imparatorluğun başkenti Londra, şimdilerde güneşe hasret, gri tonun tüm ayrıntılarını ser­gileyen bir katalog şehir. Zevkleriniz ne kadar farklı olursa olsun Londra'nın size sunacağı bir şey mutlaka vardır bu zengin mönünün içerisinde!

1980 yılında, Sirkeci'den yola çıkarak Doğu ve Batı Av­rupa'yı bir baştan bir başa kateden uzun ve meşakkatli bir tren yolculuğu sonrası gelmiştim ilk Londra'ya. Yol­culuğun son iki gününde gözüme uyku girmemişti ve işte nihayet kapısındaydım bu kutsal mucizeler ülke­sinin! Manş Denizi’ni feribotla geçtikten sonra Dover’dan bindiğimiz tren bizi Londra’nın kalbi Victoria İs­tasyonu’na ulaştırana kadar bir daha okuyordum Dostoyevski’nin Batı notlarını: "Hangimiz olursak olalım, ni­çin Avrupa'nın bu denli güçlü, büyülü, çekici bir etkisi oluyor üzerimizde? Doğrusu her şeyimiz, bilimimiz de, sanatımız da, toplum düzenimiz de, insanlığımız da, görgümüz de, her şeyimiz oradan, kutsal mucizeler ülkesinden alınma! Peki, niçin hala tam Avrupalı olama­dık? Çünkü..." Burada kapatıyordum Dostoyevski'yi, bu sorunun cevabını tek başıma vermek gibi bir niyetim ol­duğundan değil, Dover’a tekrar dönme hazırlığı yapan trenden bir an önce inip, artık Londra ile yüzleşme vaktimin geldiği için!

Victoria Tren İstasyonu’nun ayrı bir yeri vardır bu yüz­den benim Londra anılarımda. Kraliçe Victoria dönemi­nin tüm özelliklerini içinde barındıran bu yapı, bir istas­yondan çok, dev bir galeriyi andırır ve bu şehrin tüm in­san manzaralarından kesitler sunar misafirlerine. Sadece demiryolu ile Avrupa'ya açılan bir kapı değil, kentin ye­r altına (metro) ve yer üstüne (Heathrow ve Gatwick Havaalanlarına) açılan kapısıdır. Dünyanın her yanından gel­miş, değişik ırk ve renklerine sahip milyonlarca insan, tek bir prototip halinde sürekli hareket etmektedir bura­da. Victoria'da geçireceğiniz birkaç saat içerisinde, Kra­liçe Victoria döneminin (1837-1901) seçim ve sendika gibi reformlarla rejimini demokratikleştirip, başta Afrika ve Güney Asya’da ele geçirilen topraklarla beslenen, dünyanın en büyük sömürge imparatorluğunu gözlem­lersiniz. Ama yer altına inip, District Line'ı alarak, Buckingham Palace'ı (Kraliçenin Sarayı), Westminster'ı (Par­lamento Binası) geçip, çok değil 7-8 istasyon sonra ge­leceğiniz Whitechapel’da ise, Victoria döneminde yaşa­nan altın çağın sona erişini ve 20. yüzyılda başlayan iktisadi ve toplumsal bunalımın izlerini bugün hala göre­bilirsiniz.

(Dostoyevski'den söz açmışken, bakın 1863 tarihinde şu notu düşmüş Whitechapel için: "Halk yarı çıplak, aç, yabanidir oralarda.")

Şüphesiz Whitechapel Londra’da tavsiye edilebilecek en iyi yer değildir. Açılışını Prince Charles’ın yaptığı, daha çok Pakistan ve Bangladeşli Müslümanların cemaatini oluşturdukları Doğu Londra Camii, buradaki kayda de­ğer yerlerden bir tanesi. Bu defa yer altından değil de, şu meşhur çift katlı kırmızı otobüslerden bir tanesine bi­nerek Londra'nın 'Wall Street'i City’yi geçip, sanat mer­kezi Charing Cross üzerinden Westminster’a kadar seya­hat eder ve ilgi alanınıza girebilecek pek çok yeri göre­bilirsiniz. Ama Westminster’da mutlaka yere basmanız ve turistik takılmamanız gerekir! Burası, Büyük Britan­ya’nın yönetim yeridir. Bin yıldır krallar ve kraliçeler bu­rada taç giymiş, evlenmiş ve ölmüşlerdir. Başbakan bu­rada, Westminster’da yaşar. Dış politika bin yıldır bura­da şekillenir ve Parlamento yasama görevini burada yü­rütür. Bu yüzden Londra'nın kalbinde yapacağınız bu yürüyüşte dikkatli olmanız gerekmektedir. Dünyanın en fazla ziyaret edilen şehri olan Londra’nın en fazla ziyaret edilen mekânı Buckingham Palace ve şahsiyeti Kra­liçe II. Elizabeth de burada bulunmaktadır. Yaz ve kış her mevsimde, sabah saatlerinde kraliçenin sarayı önünde toplanan yüzlerce kişi, saatlerce sarayın penceresinden ‘royal’ bir yüz görme ümidi ile beklemektedirler. Elbette bu rakam, özel günlerde ve ilan edilen me­rasim saatlerinde binlerle ifade edilir. Hatta İngiltere’nin hala gönüllerde yaşayan prensesi Diana, bu binleri, yüzlü basamak­lara çıkarmayı başarmış müstes­na birisiydi.

Londra’nın en eski parkı St. James’s Park'ta, göl kenarında oturup, kuğuların dansını seyret­meyi, kraliçenin Atlı Muhafızla­rının her sabah yaptığı gösteriye tercih edebilirsiniz. Biraz soluk­landıktan sonra yürüyerek gitti­ğiniz Başbakanlık konutunun bulunduğu Downing Street’te neden polisin gelip geçene müdahale etmediğini hayretle görürsünüz! Biraz ileri­de, Big Ben ve Parlamento Bi­nasından çok Parlamento’ya bi­tişik Westminster Katedrali dik­katinizi çeker. Westminster Abbey, yalnızca Londra'daki en güzel ve en büyük gotik kilise değil, ama ülkedeki dinsel ve si­yasal yaşamın bir araya geldiği bir noktadır. Burası, padişahla­rın kılıç kuşandıkları İstan­bul’daki Eyüp Sultan Camii’ne eş, 1066 tarihinden itibaren tüm kral ve kraliçelerin taç giyme törenlerinin sahne olmuş­tur. Kilisenin doğu ucunda, Katedrali yeniden inşa etti­ren "Günah Çıkartan" Edvard’dan İskoçya Kraliçesi Za­vallı Mary’ye kadar birçok kral ve kraliçenin lahitleri bu­lunmaktadır. Güneyinde bulunan 'Şairler Köşesi’nde ise, Kraliçe Victoria döneminin sıkı eleştirmeni ünlü İngiliz yazar Charles Dickens’in lahitinin bulunması, yazımın başında alıntıladığım Dostoyevski’nin sorusunu getirir hemen insanın aklına: "Niçin hala tam Avrupalı olmadık? Çünkü (Sanırım bu konuda herkes, bazıları seve seve, tabii bazıları da diş bileyerek, herkes kabul edecektir bu görüşümü) evet, hala tam Avrupalı olmadık, çünkü ola­bilecek kadar olgunlaşamadık daha." Aynı yerde William Shakespeare, Lord Byron ve birçok ünlü İngiliz şa­ir ve yazarının da anıtları bulunmaktadır.

Londra’yı ya seversiniz ya da nefret edersiniz. Eğer nef­ret etmişseniz şanslı sayılırsınız, çünkü bir daha onu görme endişeniz olmayacaktır. Ama benim gibi kaptırırsanız bir kere, en az 10 yıl yiyebilirsiniz bu şehre mah­kûm olarak! İşin enteresan tarafı, bu 10 yıl içerisinde bir kere olsun, birçok tanıdık simayı bir arada bulabilece­ğiniz Madam Tussaud'a gitmezsiniz. (Dünyanın en meşhur bu mumyalar müzesi, Buckingham Palace’dan sonra en fazla turist cezbeden ikinci mekândır Lond­ra'da.) Ama herkesin istediğinde gezinebileceği, dünya­nın en fazla açık alanına sahip kentinin eşsiz güzellikte­ki parkları, Hyde Park’taki Hatipler Köşesi gibi çok fark­lı etkinlikleri de barındırırlar bünyelerinde. Özellikle yaz aylarındaki müzik konserleri ve tiyatro oyunları ücretsiz olarak ziyaretçilere sunulur. Bu şehirde bu kadar büyük alanların halka açık olarak bulunması, bu yerlerin krali­yete ait özel avlanma ormanları oluşundan kaynaklan­maktadır. 17. yüzyıldan itibaren ise yalnız halka açıl­makla kalmamış, yine krallar tarafından John Nash gibi ünlü peyzajcılara düzenlettirilmiştir. Prince Regent tara­fından 19. yüzyılın başında yine Nash'a yaptırtılan Regent's Park, Hyde Park'tan sonra Londra'da bulunan ikinci en büyük parktır ve çevresin­de bulunan evler şehrin en zarif ve en paha­lı yapılarını oluşturur.

Regent's Park’ın bünyesi içerisinde bulunan ve Sultan II. Abdülhamid’e hediye edilen bir arazi üzerinde bugün Londra’nın en büyük ve görkemli camii ve külliyesi bulunmakta­dır. Londra Merkez Camii, dünyanın her ya­nından gelen Müslümanlardan oluşan cema­ati ile diğer camilerden çok farklı bir görü­nüme sahiptir. Özellikle bayram sabahların­da sadece erkekler değil, kadınlar da bay­ram coşkusuna katılırlar ve caminin çevresi adeta bir karnavala dönüşür. Bayram nama­zının en az 5 defa ayrı ayrı imam ve cema­atlerle kılındığını söylemek sanırım bu fark­lılık için yeterli bir ipucu verecektir. Cami, oldukça zengin bir kütüphane, bir sanat ga­lerisi, İslami danışmanlık bürosu, Kur'an kursu, kitabevi, aşevi (Ramazan aylarında 30 gün bedava yemek dağıtılmaktadır), sıcak sulu ve banyolu modern bir abdesthane ve araba parkı ile bu gelenekçi şehrin modern yüzlerinden bir tanesidir.

Londra, arayana her istediğini veren bir şe­hir. "İnsanın değeri, aradığı şeydir." diyor Hazreti Mevlana, "Ne aradığını bilmektir önemli olan!" Eğer ne aradığınızı biliyorsa­nız, bu esnek kentin size sunacağı çok şeyleri vardır. Londra Kulesi, Big Ben, Ulusal Galeri, British Museum sadece büyük cazibe merkezlerinin ön adları. Hackney, Islington, Seven Sisters ve Wood Green gibi Kuzey-Doğu Londra bölgelerinde Türk kahvehaneleri­ne, camilerine rastlayabilirsiniz. Hatta Şeyh Nazım Kıbrısi’nin kiliseden camileştirilmiş dergâhına bile uğrayabi­lir, dünyanın her tarafından burada toplanmış ve Müslümanlaşmış Milletler Topluluğu ile tanışabilirsiniz! Belki de Londra’yı diğer kentlerden ayıran en büyük özellik burada gizli: Dini, cinsi, milliyeti ne olursa olsun herke­sin ve her kesimin kendisine bir yer bulabildiği bir met­ropoldür Londra. Aslında bu politika, Londra’nın tarih boyu sürdürdüğü başkent misyonuna uygun düşer ve tesadüfi değildir.

Belki de bu yüzdendir “oyun” denince akla ilk gelen kentin Londra olması! Londra tiyatroların­da sergilenen kimi eserler, Cats gibi, Jesus Christ gibi on yıllarca sahne alır bu şehirde.

Londra, ayrı bir dünyadır bu ada üzerinde ama bu dün­yayı iyi anlamak için onun çevresini de tanımanız gere­kir. Büyük Londra olarak tanımlanan Berkshire, Buckhinghamshire ve Surrey gibi başkenti çevreleyen birbi­rinden güzel yörelerden başlayarak, Roma hamamları ile ünlü Bath’a... Galler’den Britanya Adası’nın en üst ucundaki Highlands’a, o kadar çok görülecek şey var ki... Stonehenge’de M.Ö. 3000 yıllarında dikildiği sanılan esrarengiz devasa taşların, mevsimleri hesaplayan bir nevi saat olup olmadığına sizin karar vermeniz gerekiy­or.

Blog Yazarı: Mustafa Aksay

Fotoğraflar: Bülent Katkak


Turing Kültür Sanat YouTube Kanalı

Turing Kültür Sanat YouTube Kanalı
crosschevron-down