Organik, Romantik, Sürprizlerle Dolu Minyatür Bir Dünya: Slovenya

Bir tek meridyen ve paralellerin teveccüh etmediği, sobelenmeye hiç niyeti olmayan tatlı muzur bir diyar var, bir yüzü Avrupa’ya bir yüzü Balkanlar’a bakar…

Slovenya… Kelime anlamı ile “Slavların Diyarı”. Bir kere misafir olduktan sonra ise, “masallar diyarı” olarak nitelemekten insanın kendini alamadığı Avrupa’nın ortasında Van kadar bir toprak burası. Yaklaşık %60’ının ormanlarla kaplı olması hasebiyle, “devlet-i cihanda” az rastlanır “sıhhat”li “nefes”ler vaad ediyor misafirlerine. Zaten geri kalanının da Monet tabloları misali muhteşem çimenliklerden ve pırlanta berraklığındaki akarsu ve göllerden oluştuğunu söylemek mümkün. Öylesine temiz ve düzgün ki her şey bu ülkede, bir an bile masaldan kopmanıza izin vermiyor size. Bu dünyaya ait olamayacağını düşündüren tabii güzellikler öylesine titizlikle muhafaza edilmiş ki; tabiatta yaşayan ne kadar bitki, hayvan, canlı çeşidi varsa %1’inden fazlasına mesken olmuş aynı zamanda Slovenya.

Gezegenimizde kapladığı alan ise %0.004… Bu oran bizleri dosdoğru “küçücük fıçıcık içi dolu turşucuk” deyimine taşırken, rakamlar aynı şarkıyı terennüm etmeye devam ededursun, 2 milyon kadar insan “nefes alıyor” bu coğrafyada. Baştanbaşa uzandığınızda; batısında üzüm bağları, kuzeyinde Alp Dağları, güneyinde Akdeniz, doğusunda 8000 adet yeraltı mağarasından müteşekkil karstik arazileri müşahede edersiniz… Balkan kumaşına, İtalyan tasarımı Slovenlerin, “Muhteşem coğrafya eşliğinde termal şifa dilerseniz, Bled’e bekleriz.” çağrılarına uyduk, yola koyulduk ve Bled’e vurulduk…

Başkent Lubiyana’nın 55 km kuzeybatısında yer alan Bled şehri, Slovenya’nın alamet-i farikası adeta. Başkentten önce zikredilmesi de bundan ötürü elbette. Kutsal Roma İmparatoru II. Henry zamanında ilk olarak 10 Nisan 1004 yılında Brixen piskoposu Albuin’e devredilişinde tarih sahnesinde adı geçen Bled, günümüzde ise daha ziyade Alman ve İtalyan misafirlerin coğrafi yakınlığı fırsat bilerek tadını çıkardığı termal turizme ve kürek şampiyonalarına ev sahipliği yapıyor. 2011 yılı itibariyle 4’üncüsünü tecrübe eden Bled; 68 ülkeden 455 sporcunun iştiraki ve ziyaretçilerin akınıyla, tam bir görsel şölen havası yaşatıyor teveccüh edenlere.

Avusturya görgüsü, İtalyan estetiği ve Balkan sıcaklığını karakterinde birleştiren Slovenler, muhafaza edebilme istidatlarına binaen her şeyi en güzel sofrada en güzel hizmetle sunabiliyorlar. Bled Gölü’nde motorlu taşıt kullanılmıyor kesinlikle. “Pletne” adı verilen geleneksel tekneler ile sadece tabiatın eşlik ettiği minik yolculuklara davet edilirsiniz, fısıltılar çağırır ancak sizi…

Ya da kışın Julien Alpleri’nin gölgesi olan Karavanke Dağları’nın kristalleri adeta Bled pastasına Hindistan cevizi serpiştirilmişçesine size masalsı ve asil bir yürüyüş vaat eder göl üzerinde. Hac yolu üzerinde bulunduğu için, gölün ortasında bir biblo gibi duran Bled Adası’ndaki Aziz Meryem Kilisesi’ni yüzyıllardır ziyaret eden hacıların, buranın doğasına el değmemesi için dualar ettiğini düşünürsünüz ister istemez.

1854 yılında İsviçreli Arnold Rikli termal-göl, su, güneş ve havanın muhteşem bir şifahi etkisi olduğunu keşfeder ve tam da tarihi Bled Kalesi’nin hemen altındaki park bölgesine kamp alanları kurar. Hatta Avusturya-Macaristan İmparatorluğu zamanında, 1903’te Viyana’da uluslararası düzenlenen kaplıca turizmi yarışmasında altın madalyayı mütevazı evine götüren şehir olur.

Sonrasında annesi Sloven olan Yugoslav lider Tito’nun göle nazır yazlık sarayında ağırlanan devlet erkânı misafirleri vesilesi ile adını biraz daha duyurur. 2300 yatak kapasitesine ulaşarak, İngiltere’den dahi özel müdavimler girer ziyaretçi listesine. 1991’de Slovenya’nın bağımsızlığını ilan ettiği günlerde rölantiye geçse de, 1 Mayıs 2004’te Avrupa Birliği kapısından girer ve 2007 başlarında ise Euro’ya geçişleri ile Lidyalıları anarlar.

Tecrübeyle sabittir ki; Slovenya’ya gidilir, havası içinize çekilir ve her yeri görülür, çok beğenilir ama biraz zor dönülür. Çünkü daha 2012 Avrupa Kültür Başkenti olan Maribor’u, literatüre “karst” kelimesini kazandıran film setinden güzel kireç taşı mağaraları, dünyaca meşhur sarkıt ve dikitleri var…

Aynadan daha berrak Bohin Gölü, bu manzarayı size 2500 metreden tefekkür ettiren Alpler’deki Triglav Dağı, şırıl şırıl Sava Nehri’nin kolları var… Çikolata kokulu Lesce’si, Adriatik bekçisi Piran’ı, tam kalbinde Lubiyana’da Tromostovje’si (3’lü köprü) var… Bir de Türk korkusu varmış ki, Viyana’ya dayanan ecdad 383 km ötesine kadar salmış bu korkuyu belli ki. Nereden bellisine gelince, başkentin orta yerindeki Aziz Nikola Katedrali’nin bronz kapısındaki tasvire bakmak göze gönle kâfi… Velhasıl; görebilen gözlere, Hüda’nın sonsuz nimetleri var…

Yazar: Gamze Gümüş

Fotoğraflar: Bülent Katkak


Turing Kültür Sanat YouTube Kanalı

Turing Kültür Sanat YouTube Kanalı
crosschevron-down