St. Petersburg

Rusya’nın Avrupa’ya Açılan Penceresi St. Petersburg

“Tabiat alnımıza yazmış, / Buradan Avrupa’ya bir pencere yarıp açmayı.” diyor Rus edebiyatının en önemli, ulusal şairi Puşkin, uğrunda kalemiyle mücadele ettiği vatanı için. Şiirleri ve yazılarıyla onun penceresinden bu topraklara baksam da hayatımda ilk kez yerkürenin bu kadar Kuzey’ine, sadece romanlardan bildiğim şehir St. Petersburg’a ayak basıyorum. Paris’i andıran şehir mimarisi, Kuzey’in Venedik’i haline gelmiş kanalları ve Prag bahçelerini aratmayacak peyzajıyla Avrupa’nın mozaiğini oluşturan 300 yıllık genç bir şehir St. Petersburg. Sanatın, mimarinin, edebiyatın son derece köklü olması insanlarda kadim bir şehir algısı oluştursa da karış karış planlanarak, Neva Nehri’nin Baltık Denizi’ne döküldüğü delta ovasında bataklık bir arazi üzerine Çar I. Petro, nam-ı diğer Deli Petro tarafından 1703 yılında kurulmuş.

Deli Petro, tarihte çok konuşulmasına sebep olan meşhur reformlarını yapmadan önce Avrupa’daki şehirleri gezip edindiği birikimle ülkesine dönmüş ve Rusya’nın Avrupa’ya açılan penceresini, 42 adadan oluşan balçık bir zemin üzerine kondurmuş. Böyle zorlu bir planı o zamanın şartlarında insanlara kabul ettirmek, ona neden ‘deli’ dendiğini bir nebze olsa da açıklamaya yetiyor aslında. Petro hayal ettiği ideal şehrini kurarken, Doğu kültürüne, klasik Moskova mimarisine dair hiçbir iz barındırmıyor St. Petersburg’da. “Aziz Petro’nun şehri/kalesi” anlamına geliyor St. Petersburg. Kurucusu Çar I. Petro’nun adını taşıdığı yönündeki yanlış düşüncenin aksine şehrin adı, İsa’nın havarilerden biri olan Aziz Petrus’a ithafen veriliyor. Şehrin ismi sırasıyla Petrograd ve “Lenin’in şehri” manasına gelen Leningrad şeklinde değişse de 1991’deki halk oylamasıyla tekrardan St. Petersburg oluyor.

Yazları güneşin hiç batmadığı “Beyaz Geceler”de, St. Petersburg’a gelmiş olmasam da soğuk bir sonbahar günü vasıl olduğum Nevski Bulvarı’nda şaşırtıcı bir şekilde güneş, ışıklarını düşürüyor şehre. Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”, “Beyaz Geceler” gibi birçok eserinin ana mekânı olan bu şehir, sakinlerine her an farklı bir yüzünü gösteriyor. Beyaz Geceler’de Dostoyevski’nin genç bir kıza benzettiği St. Petersburg’un, neşeli halini sevmeye vakit bulamadan maalesef sokaklarında yağmurlu yüzünü görüyorum ve meşhur bulvara çeviriyorum gözlerimi. “Neva Bulvarı’ndan daha güzel bir yer yoktur. Bu hiç değilse Petersburg için böyledir. Petersburg için her şeydir Neva Bulvarı. Nasıl da pırıl pırıl parlar, başkentimizin bu alımlı, fettan dilberi. Şundan kesinlikle eminim ki, memur olsun sivil olsun Petersburg’un hiçbir sakini bu caddeyi dünyaya değişmez.” diyor Gogol ‘Neva Bulvarı’ adlı öyküsünde. Ardından

“Neva Bulvarı’nda karşılaştığınız her şey kibarlığın timsalidir.” cümlesini ekliyor öyküsüne. Gerçekten de İstiklal Caddesi’nden yaklaşık 4 kat geniş olan bu bulvarda insanlar arasındaki harmoni, sessiz ve kibarca akan yaya trafiği, gidilen mekânlara huzurla varılmasını sağlıyor. İstiklal Caddesi’nden farklı olarak gözünüzü almayan renkli tabela ve reklam panolarının olmaması, mimarinin bir bütün olarak korunmasıyla siz de yürürken şehrin huzurlu ahengini yakalayabilirsiniz. Raskolnikov’un “yok yok” dediği bu yerde ilk dikkatimi çeken her köşe başında arabalarını seyyar kahveciye çevirmiş satıcılar oluyor.

Bulvar bitmek bilmez ve gezmesi güzel olunca, soğuk ve uzun gecelerde yürürken içinizi ısıtacak bu kahvecilere uğramak eminim iyi olacaktır. Çok geçmeden küçük bir kalabalığın demirden yapılma kedi heykeline, madeni para attığını görüyorum. Bunun ne anlama geldiğini sorduğumda şans getirmesi için yaptıklarını dile getirseler de işin aslını araştırdığımda hiç de güzel olmayan bir bilgiyle karşılaşıyorum. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Nazilerin St. Petersburg’u işgal ettiği 900 günlük abluka döneminde; insanların açlıktan ölmemek için şehrin kedilerini yedikleri bu sebeple farelerin sayılarının oldukça arttığı gözlemlenmiş. O zor günleri hatırlatmak adına bu heykeller de şehre dikilmiş.

Nevski Bulvarı’nın, Neva Nehri ile buluşmasına çok az kala karşıma altın kubbesiyle ışıldayan Aziz İsak Katedrali çıkıyor. Son derece ihtişamlı olan bu mabedin altın kubbesi İkinci Dünya Savaşı sırasında uçaklar tarafından belli olmasın diye griye boyanmış. Sovyet döneminde devletin dinleri reddetme politikası üzerine yapısı değiştirilip, 1991 yılına kadar müze olarak kullanılmış Aziz İsak Katedrali. İçeriye girmeden bu ânı somutlaştırmak adına birkaç fotoğraf karesi alıp, otelime doğru yola koyuluyorum. Kısa bir süre sonra önünden geçip, tarihi bir bina zannettiğim yerin, metro kapısı olduğunu görünce aklıma ister istemez Üsküdar III. Ahmet Çeşmesi’nin önündeki Marmaray girişi geliyor. Rusların yeni yapılarının hepsine uyguladıkları mimari kültür oldukça hoşuma giderken, bizdeki örneklerini hatırlamak beni düşündürüyor.

Ertesi günkü yolculuğum Çar I. Petro’nun yazları konaklamak için yaptırdığı Peterhof Sarayı ile başlıyor. Çar, Fransa seyahati sırasında Versay Sarayı’ndan etkilenip bu binayı ve görkemli bahçesini inşa ettirmiş. Daha sarayın içerisine girmeden masallardan çıkma, eşsiz bahçesinde büyülenip kalıyorum.

Bronzdan yapılma yaldızlı heykellerin süslediği fıskiyeli havuzlar, havanın soğukluğu nedeniyle çalışmadığından, onların ahenkle gösteri yaptığı ‘beyaz geceler’i aklıma getirmeden duramıyorum. 142 fıskiyenin ve 64 çeşmenin bulunduğu bahçede havuzlar, herhangi bir dış destek almadan ilk yapıldığı günden bu yana birleşik kaplar prensibiyle çalışmaktaymış. Çevreye duyarlı sistemiyle oldukça hoşuma giden bu bahçeyi arkamda bırakıp, sarayın içine doğru tarihi bir yolcuğu çıkıyorum.

Peterhof Sarayı, altın varaklı salonlar, Çin’den getirilen ipek perdeler ile Türk divanlarının yer aldığı konuk odaları ve sanat eserleri ile donatılmış. Büyük tabloların bulunduğu odayı incelerken Çeşme Deniz Muharebesi’ne ait tablolar dikkatimi çekiyor. Osmanlı Donanması’nın yenilgisi son derece dokunaklı resmedilmiş. Nazi işgali sırasında sarayın, askeri bir üs olarak kullanılıp oldukça yağmalandığını öğreniyorum. Bu dönemde St. Petersburg’a 250 binden fazla bomba düşmüş ama hayat hiçbir zaman durmamış. Üç üniversite eğitimine devam etmiş, dört tiyatro ve yirmiden fazla radyo istasyonu da faaliyetlerini sürdürmüşler. Sanatın ve ilmin açlık sınırıyla baş başa olan bu insanlar tarafından sürdürülmesi ruhu ve zihni doyurmanın önemini bir kez daha bana hatırlatıyor.

Öğlen vakti, Neva Nehri’nde ufak bir kanal turu yapmak için soluğu teknede alıyorum. Bizim simit ve martı sesleri eşliğinde yalıları temâşa ettiğimiz boğaz gezileri gibi olmasa da Rusya’nın Venedik’i olan St. Petersburg’da irili ufaklı köprülerden geçip şehri deniz tarafından seyrediyorum.

Gözüme şehrin ilk yapılarından Petro ve Pavel Kalesi takılıyor. Kale dediğime bakmayın, bizim burçlu, mazgallı Osmanlı kaleleri gelmesin aklınıza; son derece düz bir adacık üzerine inşa edilmiş alçak duvarlı bir alan. Neva Nehri yakınlarında eşsiz mimarisiyle St. Petersburg’un tek camisi, Tatar Camii’ni görüyorum. St. Petersburg Camii olarak da bilinen bu mabet, rengi ve mimarisiyle Semerkant’taki Gûr-ı Emîr türbesine benzerliği ile dikkatleri çekiyor.

“Ayaz ve güneş harika bir gün!” diyor Puşkin şiirinde, gerçekten güneş gözükse de keskin bir soğuk eşliğinde, harika bir müzeye doğru yola koyuluyorum. Dünyanın beş büyük müzesinden biri olan Hermitage, Çar ve Çariçelerin 150 yıl boyunca ikamet ettiği kışlık sarayda 1917’den bu yana ziyaretçilerini ağırlıyor. Benim müzeyi gezmem için az bir vaktim olsa da içerisinde bulunan yaklaşık 3 milyon eseri incelemeye günlerin yetmeyeceğini düşünüyorum. Bundan birkaç yıl önce büyük beşliden biri olan New York Metropolitan Müzesi’ni gezme şansı bulmuştum. Onunla karşılaştırdığımda, teknolojiden son derece az faydalansa da tarihi atmosfer içerisinde Rus ve Avrupa sanatının en gözde eserlerini incelediğim Hermitage’in havasını daha çok beğeniyorum. Müzenin resim galerisini gezerken, Gogol’un Bir Delinin Hatıra Defteri’nde yazdığı; “Her şeyin, her yanın soluk, kül rengi, sisli, ıslak olduğu bir ülkede, karlar ülkesinde, Finler ülkesinde ressam olmak! Tüm resimleri boz bulanık, kül rengidir, kuzeye damgasını vuran renktir bu.” Satırları aklıma geliyor. Bundandır ki farklı renkleri görmek adına pek çok ülkeden ressamların tablolarını alarak müzede sergilediklerini düşünüyorum.

Güneşin semalarda çok durmadan eteklerini çektiği dakikalarda, sanatın kalbi St. Petersburg’un en büyük opera binası olan; Çaykovski’nin Orleans Bakiresi, Büyücü ve Maça kızı operalarının ilk gösterimlerinin gerçekleştiği tarihi Mariinsky Tiyatrosu’na, Macbeth gösterimi için gidiyorum. Son derece şık kıyafetleriyle gelen Rus sanatseverler operaya ne kadar önem verdiklerini bir kez daha salonda bulunan üç beş turiste hissettiriyorlar. Hırs ve iktidar kavgasının doğurduğu vicdan azabının trajedisini izlediğim üç saatlik operadan büyülenmiş bir şekilde ayrılıyorum.

St. Petersburg’daki son günümde Moskova’daki Aziz Basil Katedrali’ne benzerliği ile bilinen Kanlı Kilise’yi ziyaret ediyorum. Yapımı sırasında, II. Aleksandr’ın kilise yakınlarında suikasta kurban gitmesi sonucu bu ismi alan kilise, soğan kubbeleri ile görenlere Rusya’da olduğunu hissettiriyor. Rus mimarisinde sık kullanılan soğan kubbe tekniği dikkatimi oldukça çekiyor. Anlamını ise yanan mum ışığının görüntüsünden aldığını öğreniyorum.

Nevski Caddesi üzerinde bulunan Kazan Katedrali’ne yolum düşüyor. Vatikan’daki Aziz Petrus (St. Peter) Bazilikası’na benzetildiği için Rus Ortodoks Kilisesi tarafından eleştirildiyse de cemaatinin kalabalık oluşu bakımından buraya Rusların Vatikan’ı denmekteymiş. Günün son durağı ise modern Rus edebiyatının kurucusu olarak kabul edilen Aleksandr Puşkin’in heykeli oluyor. Yazdığı eserlerle Rus edebiyatına yön veren, Dostoyevski’nin “Puşkin, bize gelecekten haber veren bir ermiştir.” dediği şair, 37 yaşında sevdiği kadın uğruna yaptığı bir düello sonucu St. Petersburg’da hayatını kaybediyor. “Aşkın acısıdır değerli olan benim için, / Öleyim ne çıkar, severken öleyim ama.”

Dizelerini yazsa da devamında; “Fakat dostlarım, ölüm yine de gelmesin; / Yaşamak istiyorum, düşünmek ve acı çekmek için” diyor Puşkin…

Hayatın güvenli kıyılarında; acı çekmeden, düşünmek, sevmek ve seyahat etmek temennisiyle.

Yazar: Nurbanu Misirli

Fotoğraf: Bülent Katkak


Turing Kültür Sanat YouTube Kanalı

Turing Kültür Sanat YouTube Kanalı
crosschevron-down